Yazar "Arslan, Sinem" seçeneğine göre listele
Listeleniyor 1 - 2 / 2
Sayfa Başına Sonuç
Sıralama seçenekleri
Öğe Bir egemenlik sorunu olarak insani müdahaleler(İnönü Üniversitesi, 2016) Arslan, SinemBu tezin amacı, devletlerin egemenlik hakkı ile insan haklarını birlikte ele almayı zorunlu kılan insani müdahale kavramını uluslararası sistem içindeki anlamını ortaya koymaktır. Klasik egemenlik hakkının iç işlerine dokunulmazlık, bağımsızlık, eşitlik gibi ilkelerini değişime zorlayan ve yükselen bir değer olarak insan haklarının, devletler sistemi içindeki konumunu belirlemeye çalıştık. Klasik egemenlik hakkı kapsamında devletlerin kendi vatandaşlarına olan davranışlarını iç mesele olarak değerlendirilmiştir. İnsan haklarının iç işleri alanına terk edilmesi zaman içinde devletlerin insan hakkı ihlallerini artırmıştır. Bu durum, insan haklarının korunmasında devletlerin verdiği güvencenin yeterli olmadığını ve uluslararası toplumun böyle bir durumda harekete geçmesi ve yaşanan zulmü durdurması gerektiği sonucunu doğurmuştur. Fakat bu sefer de devletlerin egemenlik hakkı kapsamında müdahaleden bağışık olmaları uluslararası toplumun harekete geçmesini kısıtlayan bir norm olarak karşımıza çıkmıştır. Uluslararası hukukun da temel ilkesi olan devletlerin egemenlik hakkı gereği dış müdahaleden bağışık olmaları ve aynı zamanda kendi toprakları üzerindeki vatandaşlarına zulmetmeleri devletlerin egemenlik hakkının insan hakları bağlamında yeniden yorumlanmasını gerekli kılmıştır. Aslında insan hakları, doğal haklar bağlamında eski zamanlardan beri tartışılagelen bir konudur. Fakat insan haklarının devletlerin iç ve dış meşruiyetlerinin bir ölçütü olarak değerlendirilmesi yeni bir konudur. Böyle bir kıstas klasik anlamda egemenlik tanımını değişime zorlayan insan haklarının gelişimi ile alakalıdır. İnsan haklarının devletlerin meşruiyetlerinin bir kıstası olarak değerlendirilmesinin iki önemli sonucu vardır. Bunlardan ilki bu meşruiyete sahip olmayan devlet, devlet olma özelliğini yitirecektir. İkincisi ise, devlet olma özelliğini yitiren siyasal birimin, devlet olmanın sağladığı haklardan artık yararlanamayacağı anlamına gelmektedir. Bu hakların başında ise egemenlik hakkı gelmektedir. İnsan hakkı ihlali yapan devlet, egemenlik hakkını yitirdiğinde, uluslararası toplum bu devlet içinde yaşanan insan hakkı ihlallerini önlemek için güce başvurabilecektir. Uluslararası toplumun bir devletin içinde yaşanan ağır insan hakları ihlalini önlemek için güce başvurması, insani müdahalenin temel mantığını oluşturmaktadır. İnsani müdahale her ne kadar bu mantık çerçevesinde rasyonel bir çıkarsama olarak görülse de insani müdahalenin uluslararası toplumu anarşiye sürükleyeceğini iddia edenler ve uluslararası hukuka aykırı bulanlar tarafından ağır eleştirilere maruz kalmıştır. Uluslararası hukukçuların referans aldığı BM Şartı'nın jus cogens maddesi olan münferiden kuvvet kullanmayı yasaklaması insani müdahalenin hukuksuzluğunun en önemli ispatı olarak görülmektedir. İnsani müdahalenin uluslararası ortamı anarşiye sürükleyeceğini düşünenler ise devletlerin egemenlik hakkının uluslararası düzeni sağlayan temel ilke olduğu görüşünden hareket etmektedirler. Buna göre her bir devlet kendi adalet ve ahlak mantığına aykırı düşen başka bir devletin egemenlik hakkına saygı göstermeyeceği ve dolayısıyla her bir devletin aslında insani müdahale yapmak gibi "haklı" bir nedenin olabileceği sonucunu doğurmaktadır. Böylelikle BM'nin münferiden kuvvet kullanması ve egemenlik hakkının ihlal edilmezliği ilkeleri her bir devlet tarafından kolaylıkla çiğnenebilecektir. Bu durum uluslararası anarşiyi ve son kertede savaşların önünü açarak dünya barışını tehlikeye atacaktır. Uluslararası kamuoyu, bir yerde ağır insan hakları ihlali yaşandığında sessiz kalamayacak kadar gelişmiştir. Bunun yanında insani müdahalenin gerekli olduğunu düşünenler gibi muhtemel zararlarının olacağını düşünenlerin de haklı gerekçeleri vardır. Fakat insan haklarının küresel gelişimi, klasik anlamda egemenlik tanımının geçerliliğini artık mümkün kılmamaktadır. Bu gelişmeler ışığında devletler artık insan hakları konusunda sorumlu tutulmaktadır. Bu sorumluluk yerine getirilmediği zaman uluslararası toplum tarafından devletlerin sorgulanmasını ve son kertede müdahalesini gerekli kılacak mekanizmalar da geliştirilmeye devam etmektedir.Öğe İslam-demokrasi ilişkisine farklı bir yaklaşım olarakRaşid el-Gannuşi(İnönü Üniversitesi, 2022) Arslan, Sinemİslam-demokrasi ilişkisi günümüzde en çok tartışılan konuların başında gelmektedir. Bir din olarak İslam ile bir siyasal sistem olarak demokrasinin ilişkisine dair yürütülen tartışmalar; genellikle her ikisinin sahip olduğu metafizik ilkelerin farklılığına ve bu metafizik ilkelerin nasıl bağdaştırılabileceği meselesine odaklanmaktadır. Bu metafizik ilkeler ise, her ikisinde ontolojik ve epistemolojik mülahazalar tarafından belirlenmektedir. Buna göre, varlığa ve bilgiye dair normların, bir eylem sahası olarak siyasetin formunu belirleyeceği düsturundan hareketle; İslam'ın, demokrasiye imkan verip vermediği tespit edilmeye çalışılmaktadır. Doğum öncesinden ölüm sonrasına kadar her alanı kuşatan İslam'da, Allah, peygamberleri aracılığıyla insanlara hakikatin bilgisini ulaştırmış; insan ise bu tümel hakikatler (norm/nazariye/ne'lik) doğrultusunda zaman ve mekana göre (form/ameliye/nasıl'lık) kendini, toplumu, devleti, dünyayı imar ve inşa etmek teklifi ile mükellef tutulmuştur. Bu normların, zamana ve mekana uygun bir biçimde forma dönüşmesine imkan veren şeyse; bu ikisi arasında varlığına inanılan liminal alanın mevcudiyetidir. Bu liminal alanda Müslümanlar, normların sunduğu imkanları belli metodolojiler doğrultusunda keşfetmeye çalışmaktadır. Bu da İslam dünyasına ciddi bir dinamizm kazandırmaktadır. Fakat formların, norm haline gelmesi; istisnai ilkelerin asli ilkelere dönüşmesi, pratiğin tarihselliğini ıskalamaya ve asli ilkelerin barındırdığı imkanları görememeye neden olabilmektedir. Nitekim, İslam dünyasına dinamizm katan bu liminal alanın giderek daralması ile Müslümanlar, 18. Yüzyıldan itibaren Batı'da yükselişe geçmekte olan yeni teklifle ilahi teklifi telif etmek noktasında ciddi bir krizle karşılaşmıştır. Demokrasinin de özünü oluşturduğu düşünülen yeni teklifin insanı her türlü keyfî güç karşısında özgürleştirmeyi amaçlayan antroposantrik ve seküler karakteri, bu krizin sebebi olarak değerlendirilmiştir. Batı'nın yeni teklifinin İslam dünyasına savaşa, sömürgeleşmeye, ötekileştirilmeye mal olması ile bu kriz daha da derinleşmiştir. Mevcut durum hem İslam'daki hem de Batı tecrübesindeki imkanların objektif bir biçimde değerlendirilmesini engellemiştir. Böylece hem İslam dünyasında hem de Batı'da İslam - demokrasi ilişkisinin imkânsızlığına dair fikirler gelişmiştir. Fakat hem İslam dünyasında hem de Batı dünyasında İslam-demokrasi ilişkisine dair objektif bir bakış açısı geliştirmeye çalışan bir kesim de vardır. Günümüzde bu alanda en sık atıf alan isimlerden biri Raşid el-Gannuşi'dir. Gannuşi'ye göre siyasete form vermesi gereken (şura, icma, beyat, iyiliği emretme, kötülüğü nehyetme gibi) İslam'ın asli ilkelerinin, tarihi tecrübe içinde istisnai kalmasıyla Müslümanlar istibdada duçar olmuş, parçalanmış, sömürgeleşmiş ve kaosa sürüklenmiştir. Bu açıdan Gannuşi, demokrasiyi; Müslümanları mevcut durumdan çıkarmak için İslam'ın asli ilkelerini hayata geçirecek bir imkan ve yönetim mekanizması olarak görmüştür. Hem bir mütefekkir hem de bir İslami hareket/parti lideri olarak Gannuşi, ilkeler ile pratik arasında yok olmaya yüz tutmuş olan liminal alanın imkanlar dünyasına Müslümanları davet etmektedir. Gannuşi'nin davet yöntemi ise yeni bir şey keşfetmekten ziyade tarihi tecrübe içinde unutulmuş olanı hatırlatmak şeklindedir. Anahtar Kelimeler: İslam, Batı, Modernite, Demokrasi, Raşid el-Gannuşi.