Yazar "Günen, Hakan" seçeneğine göre listele
Listeleniyor 1 - 20 / 40
Sayfa Başına Sonuç
Sıralama seçenekleri
Öğe Akciğer Kanseri île îlişkili Paraneoplastik Pemfigus : Olgu Sunumu(İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 2001) Özcan, Hamdi; Günen, Hakan; Türker, Gamze; Doğan, GürsoyBir çok deri lezyonu akciğer kanserlerine sekonder paraneoplastik sendrom olarak görülebilir. Fakat şimdiye kadar, akciğer kanserleri ile paraneoplastik pemfigus birlikteliğini gösteren çok az sayıda olgu yayınlanmıştır. Olgu: Birbuçuk aydır dermatoloji polikliniğinde pemfigus eritematozus tanısı ile takip edilen 73 yaşındaki erkek hasta öksürük, hemoptizi ve kilo kaybı şikayetleri ile göğüs hastalıkları polikliniğimize başvurdu. Hastanın posteroanterior akciğer grafisi ve bilgisayarlı to raks tomografisinde sağ akciğer yerleşimli mediastene invaze kitle saptandı. Ana karinadan alınan bronkoskopik forseps biyopsilerinin patolojik incelemesi, indiferansiye büyük hücreli karsinomu ortaya çıkardı. Daha sonra, dermatolojik lezyonlardan biyopsil er alınarak yapılan detaylı tekrar incelenmesinde, bu lezyonlar akciğer kanserine bağlı paraneoplastik pemfigus olarak değerlendirildi. Sonuç: Biz, olguyu çok nadir görülmesi ve atipik de olsa, birçok deri lezyonunun akciğer kanserlerinin erken bir göstergesi olabileceği gerçeğine dikkati çekmek amacıyla sunmayı uygun bulduk.Öğe Akciğer kanseri ile ilişkili paraneoplastik pemfigus: Olgu sunumu(İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 2001) Özcan, Hamdi; Günen, Hakan; Türker, Gamze; Doğan, GürsoyÖz: Giriş: Bir çok deri lezyonu akciğer kanserlerine sekonder paraneoplastik sendrom olarak görülebilir. Fakat şimdiye kadar, akciğer kanserleri ile paraneoplastik pemfigus birlikteliğini gösteren çok az sayıda olgu yayınlanmıştır. Olgu: Birbuçuk aydır dermatoloji polikliniğinde pemfigus eritematozus tanısı ile takip edilen 73 yaşındaki erkek hasta öksürük, hemoptizi ve kilo kaybı şikayetleri ile göğüs hastalıkları polikliniğimize başvurdu. Hastanın posteroanterior akciğer grafisi ve bilgisayarlı toraks tomografisinde sağ akciğer yerleşimli mediastene invaze kitle saptandı. Ana karinadan alınan bronkoskopik forseps biyopsilerinin patolojik incelemesi, indiferansiye büyük hücreli karsinomu ortaya çıkardı. Daha sonra, dermatolojik lezyonlardan biyopsiler alınarak yapılan detaylı tekrar incelenmesinde, bu lezyonlar akciğer kanserine bağlı paraneoplastik pemfigus olarak değerlendirildi. Sonuç: Biz, olguyu çok nadir görülmesi ve atipik de olsa, birçok deri lejyonunun akciğer kanserlerinin erken bir göstergesi olabileceği gerçeğine dikkati çekmek amacıyla sunmayı uygun bulduk. Başlık (İngilizce): Paraneoplastic pemphigus associated with lung cancer: A case report Öz (İngilizce): Background: Many dermatologie lesions secondary to lung cancers may be encountered as paraneoplastic syndromes. But by now, very few case reports have been published showing the co-existence of lung cancer and paraneoplastic pemphigus. Case: A 73-year-old male patient, on follow up by the dermatology clinics with the diagnosis of pemphigus erythematosis for 1.5 month, was admitted to our pneumatology clinic with the chief complaint of cough, hemoptysis and weight loss. In posteroanterior chest roentgenogram and computerised thorax tomography examinations of the patient, a right sided mass with mediastinal invasion was detected. Pathologic examination of the bronchoscopic forceps biopsies from the main carina was reported as undifferentiated large cell carcinoma. Thereafter, by detailed re-examination of the dermatologie lesions with biopsies, these lesions were considered as paraneoplastic pemphigus secondary to lung cancer. Conclusion: We presented the case because of its extreme rarity and to draw attention to the fact that many dermatologie lesions, even though atypical, may be early indicators of lung cancers.Öğe Akciğer Tüberkülozunda Doğrudan Gözetimli Tedavi(Turgut Özal Tıp Merkezi Dergisi, 2000) Günen, Hakan; Kızkın, ÖzkanBin dokuz yüz seksenlerin başına kadar gelişmiş ülkelerde sürekli azalma eğiliminde olan tüberküloz (TBC) prevalansı, bu tarihten sonra AIDS hastalığının ortaya çıkması, devlet politikalarında sağlığa ayrılan payın ekonomik nedenlerle azaltılması, toplumlardaki gelir dağılımının giderek bozulması ile birlikte alkolizmin, evsizliğin ve uyuşturucu kullanımının büyük boyutlara ulaşması gibi sebeplerle yükselmeye başlamıştır. 1990’ların sonuna gelindiğinde başta Amerika olmak üzere bu ülkeler tek tek TBC’ye karşı yaptıkları savaşı kaybettiklerini ve acil önlemler alınması gerektiğini tüm dünyaya ilan etmişlerdir. Hemen ardından ise yapılan çalışmalarla TBC ile mücadelede etkinliği çok daha önceden ispatlanmış olan ve hastalara haftada iki veya üç kez ilaçların elden verilmesi ve yuttuğunun gözlenmesi olarak tanımlanan Doğrudan Gözetimli Tedavi (DGT) uygulamasını standart tedavi olarak kabul etmişler ve hatta daha da ileri giderek kanunlarla zorunlu hale getirmişlerdir. Ülkemiz açısından ele alındığında ise TBC ile savaşın çoktan kaybedildiği ve ilaç direnci probleminin inanılmaz boyutlara ulaştığı herkesçe bilinmektedir. Resmi rakamlarda belirtilen iyimser tahminlere göre bile şu anda, savaşı kaybettiğini daha önce ilan eden ülkelerin en kötü halinden ortalama 2 kat daha kötü durumda olduğumuz bir gerçektir. Buradan yola çıkarak, TBC tedavisinde önyargıların aksine daha ucuza mal olan, relaps ve çok ilaca direnç oranlarını azaltan DGT uygulamasının gerekli organizasyonun acil olarak yapılmasını takiben ülkemiz için de resmi, standart ve kanuni olarak zorunlu uygulama haline getirilmesi tek çözüm gibi görünmektedir. Derlememizde daha önceki literatürler ışığında dünyadaki DGT uygulamalarını, sonuçlarını ve ülkemizde bu yönde neler yapılması gerektiğini tartışmaya çalıştık.Öğe Akciğer Tüberkülozunda Doğrudan Gözetimli Tedavi(Turgut Özal Tıp Merkezi Dergisi, 2000) Günen, Hakan; Kızkın, ÖzkanBin dokuz yüz seksenlerin başına kadar gelişmiş ülkelerde sürekli azalma eğiliminde olan tüberküloz (TBC) prevalansı, bu tarihten sonra AIDS hastalığının ortaya çıkması, devlet politikalarında sağlığa ayrılan payın ekonomik nedenlerle azaltılması, toplumlardaki gelir dağılımının giderek bozulması ile birlikte alkolizmin, evsizliğin ve uyuşturucu kullanımının büyük boyutlara ulaşması gibi sebeplerle yükselmeye başlamıştır. 1990’ların sonuna gelindiğinde başta Amerika olmak üzere bu ülkeler tek tek TBC’ye karşı yaptıkları savaşı kaybettiklerini ve acil önlemler alınması gerektiğini tüm dünyaya ilan etmişlerdir. Hemen ardından ise yapılan çalışmalarla TBC ile mücadelede etkinliği çok daha önceden ispatlanmış olan ve hastalara haftada iki veya üç kez ilaçların elden verilmesi ve yuttuğunun gözlenmesi olarak tanımlanan Doğrudan Gözetimli Tedavi (DGT) uygulamasını standart tedavi olarak kabul etmişler ve hatta daha da ileri giderek kanunlarla zorunlu hale getirmişlerdir. Ülkemiz açısından ele alındığında ise TBC ile savaşın çoktan kaybedildiği ve ilaç direnci probleminin inanılmaz boyutlara ulaştığı herkesçe bilinmektedir. Resmi rakamlarda belirtilen iyimser tahminlere göre bile şu anda, savaşı kaybettiğini daha önce ilan eden ülkelerin en kötü halinden ortalama 2 kat daha kötü durumda olduğumuz bir gerçektir. Buradan yola çıkarak, TBC tedavisinde önyargıların aksine daha ucuza mal olan, relaps ve çok ilaca direnç oranlarını azaltan DGT uygulamasının gerekli organizasyonun acil olarak yapılmasını takiben ülkemiz için de resmi, standart ve kanuni olarak zorunlu uygulama haline getirilmesi tek çözüm gibi görünmektedir. Derlememizde daha önceki literatürler ışığında dünyadaki DGT uygulamalarını, sonuçlarını ve ülkemizde bu yönde neler yapılması gerektiğini tartışmaya çalıştık.Öğe Akciğer ve kalp hastalıklarında plazma BNP düzeyinin prognostik değeri(İnönü Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2007) Yetkin, Özkan; Aksoy, Yüksel; Turhan, Hasan; İn, Erdal; Karahan, Mukadder; Kılıç, Talat; Hacıevliyagil, Süleyman Savaş; Günen, HakanÖz: BNP 32 aminoasitli bir peptiddir, vazorelaksan ve natriüretik etkileri vardır, insanlarda daha çok ventriküllerdan salınır. Çalışmamızda, sol ve sağ kalp yetmezliğine neden olan hastalıklarda plazma BNP değerini karşılaştırmayı amaçladık. Çalışmamıza 35 sol kalp yetmezliği, 49 kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH)’na sekonder kor pulmonale, 26 KOAH ve 20 pulmoner tromboemboli olgusu ile kontrol grubu olarak 25 sağlıklı bireyden oluşan toplam 155 olgu dahil edildi. Çalışmamızda plazma BNP değeri sol kalp yetmezliği grubunda KOAH-kor pulmonale ve kontrol grubuna göre anlamlı yüksek saptandı (sırasıyla 1167 ± 746, 434 ± 55, 32 ± 12 pg/mL) (p< 0.001). Yine kor pulmonaleli grupta kor pulmonalesi olmayan KOAH grubuna ve kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde yüksek olarak ölçüldü (434 ± 55, 32 ± 36 ve 32 ± 12 pg/mL) (p< 0.001). Pulmoner emboli grubunda plazma BNP düzeyinin kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde yüksek olduğu (357 ± 391, 32 ± 12 pg/mL) (p< 0.001) ve masif embolisi olan olguların masif olmayanlara göre daha yüksek plazma BNP değerine sahip oldukları gözlendi (699 ± 394 vs. 166 ± 213 pg/mL) (p< 0.001). Sonuç olarak; ventriküllerde yetmezliğin artışına paralel olarak plazma BNP değerinin arttığı, ejeksiyon fraksiyonu ile BNP’nin ters korele olduğu, pulmoner arter basıncı ile korele olduğu izlendi. Pulmoner embolili hastalarda yüksek BNP düzeylerinin artan pulmoner basınç nedeniyle sağ ventrikülde ortaya çıkan fonksiyon bozukluğuna bağlı olduğu düşünüldü.Öğe Akut Solunum Yetmezliği Olan KOAH Hastalarında İlave Oksijen Tedavisinin Hipoksi Ve Hiperkapniye Etkisi(İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 2006) Mutlu, Levent Cem; Hacıevliyagil, Süleyman Savaş; Günen, Hakan; Kızkın, ÖzkanKronik obstruktif akciğer hastalığı (KOAH) akut atağında; hipoksemi ve hiperkapniye sıklıkla rastlanılmaktadır. Amaç: Solunum yetmezliği olan KOAH hastalarında, nazal kanül ile verilen 2 L/dk oksijenin, hipoksemi ve hiperkapniye etkisini araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Yirmi altı tip I (Grup I) ve 36 tip II (Grup II) solunum yetmezlikli hasta çalışmaya alındı. Hastaların başvuru klinik ve laboratuar bulguları kaydedildi. Hastalar tam tıbbi tedavi yanısıra nazal kanülle 2 L/dk ilave oksijen aldıktan sonra, solunum fonksiyon testleri ve arter kan gazı (AKG) ölçümleri tekrar edildi. Tedavi ile PaCO2 değerleri 10 mmHg’dan daha fazla yükselenler Grup III’ü oluşturdu ve geri kalan hastalarla (Grup 4) karşılaştırılmaları yapıldı. Bulgular: Başlangıç laboratuvar parametrelerinden; PaO2 Grup II’de daha düşüktü. Her iki grupta tedavi sonrası saptanan PaO2 değerlerindeki artış istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0.001). Tedavinin sonunda PaO2 değerleri, Grup I ve II’de sırasıyla 23 hasta (%88.5) ve 26 hastada (%77.2) 60 mmHg’nın altında kaldı. Tedavi sonrası PaCO2 değeri 21 hastada (%28.8) yüksek bulunurken, 7 hastada (%11.3) 10 mmHg’nin üzerinde artış saptandı (Grup III). Biri hariç bu hastaların tümü Grup II’ye aitti (p>0.05). Grup 3’de Grup 4’e göre hastalık süresinin daha uzun olması ve kor pulmonale’nin daha fazla olması istatistiksel olarak anlamlı saptandı (p<0.05). Sonuçlar: KOAH akut atak hastalarında nazal kanülle 2 L/dk oksijen verilmesinin hastaların önemli bir kısmında hipokseminin düzeltilmesinde yeterli olmayacağı ve hiperkapnik hastalarda söz konusu oksijen tedavisinin %15-20 olguda PaCO2’yi daha fazla yükseltebileceği bulunmuştur.Öğe Altmışüç pulmoner emboli olgusunun retrospektif değerlendirilmesi(Solunum Hastalıkları, 2004) Hacıevliyagil, Süleyman Savaş; Kızkın, Özkan; Günen, Hakan; Gülbaş, GaziÖz: Bu çalışmada, 1998-2003 yılları arasında kliniğimizde izlenen 63 pulmoner embolili hastanın genel özellikleri geriye dönük olarak incelendi. Olguların yaş ortalaması 49.4 ± 16.8 yıl olup, 35 (%55.6)'i kadın, 28 (%44.4)'i erkek idi. Kırk beş (%71.4) hastada risk faktörü mevcuttu, bunların 5 (%7.9)'inde genetik risk faktörü tespit edildi. Göğüs ağrısı (%79.4), nefes darlığı (%74.6) ve öksürük (%41.3) en sık olan yakınmalardı. Olguların radyolojik bulguları sırasıyla, plevral sıvı (n= 22), diyafram yükselmesi (n= 14), parankim infiltrasyonu (n= 12) şeklindeyken, 16 (%25.4) olgunun grafisi normaldi. Yirmibeş (%39.7) olgunun elektrokardiyografi (EKG)'sinde sinüs taşikardisi, 23 (%36.5) olgunun ekokardiyografi (EKO)'sinde sağ kalp yetmezliğine ait bulgular saptandı. Olguların %63.5'ine alt ekstremite venöz Doppler incelemesi ya-pıldı, 20 (%31.7) olguda derin ven trombozu (DVT) tespit edildi. Arter kan gazı analizlerine göre 21 (%33.3) hastada hi-poksemi, 31 (%49.2) hastada hipokapni, 34 (%54) hastada solunumsal alkaloz tespit edildi. Perfüzyon sintigrafisi yapılan 47 olgunun 33 (%70.2)'ünde yüksek olasılıklı pulmoner emboli ile uyumlu perfüzyon defekti saptandı. Ellialtı (%88.9) olguya heparin ve warfarinden oluşan antikoagülan tedavi uygulanırken, 2 (%3.2) olguya streptokinazdan oluşan trombolitik tedavi uygulandı. Üç (%4.8) olguya da vena kava inferiora filtre takıldı.Öğe Astımda inhale kortikosteroid kullanımı göz içi basıncında yükselmeye veya açık açılı glaukoma yol açar mı?(İnönü Üniversitesi Turgut Özal Tıp Merkezi Dergisi, 2000) Günen, Hakan; Evereklioğlu, Cem; Doğanay, Selim; Borazan, MehmetÖz: Amaç: Bu çalışmamızda, astımlı hastalarda uzun süreli düşük doz infiale kortikosteroid (KS) kullanımının, göz içi basıncı ve açık açılı glaukom üzerine etkisini araştırdık. Materyal ve Metot: Çalışmaya 5 yıldan fazla ve günde 1000 mcg/gün'den az dozda inhale KS kullanan ve diğer KS formlarını hiç kullanmamış 35 astımlı hasta alındı. Hasta ve yaşça benzer kontrol gruplarının (n=40) detaylı göz muayeneleri ve göz içi basıncı ölçümleri göz uzmanı tarafından yapıldı. Elde edilen bulgular gruplar içinde, gruplar arasında ve sağ ve sol gözlerde ayrı ayrı karşılaştırıldı. Bulgular: Ortalama göz içi basıncında hasta grubu (sağ göz =14.2±3.2, sol göz =14.3±3.1 mmHg) ve kontrol grubu (sağ göz =12.9±2.6, sol göz =13.0±2.7 mmHg) arasında fark saptanmadı (p>0,05). Bununla birlikte, hasta grubunda dört hastada (%11.4) göz içi basıncı, 20 mmHg'nin üzerinde idi ve açık açılı glaukom yoktu. Kontrol grubunda yüksek göz içi basıncı saptanmadı (p<0.05). Sonuç: Uzun süreli düşük doz inhale KS kullanımının, göz içi basıncında genel olarak belirgin yükselmeye yol açmamasına rağmen, KS kullanımına karşı hassas bir astımlı hasta alt grubunda açık açılı glaukoma sebebiyet vermeden yüksek göz içi basıncına neden olduğunu saptadık. Bu tip hastaların önceden saptanabilmeleri ve erken tedavi altına alınabilmeleri için, belli aralıklarla göz muayenesinden geçirilmeleri ve monitörize edilmeleri gerektiğini düşünüyoruz.Öğe Behçet hastalığında QT, QTC intervalleri ve dispersiyon değerleri(İnönü Üniversitesi, Turgut Özal Tıp Merkezi, Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalı, Malatya., 1999) Koşar, Feridun; Evereklioğlu, Cem; Günen, Hakan; Er, HamdiÖz: AMAÇ: Behçet hastalığı ilk olarak Hulusi Behçet tarafından tanımlanmış olup üçlü semptom grubuyla karakterize generalize kronik inflamatuar hastalıktır. Kardiyak göstergeler perikardit, miyokardit, endokardit, koroner arterit, kapak hastalığı, ventriküler aritmiler içermektedir. Behçet hastalığında ventriküler aritmilerin mekanizması hakkında çok az bilgi mevcuttur. Bu çalışmada Behçet hastalığınla ventriküler aritmilerin riskini belirlemede ventriküler repolarizasyon dispersiyon değerlerini araştırdık. METOT VE BULGULAR: Behçet hastalığı olan 45 hastayı (ortalama yaşı; 37±4.7 yıl. 24 E. 21 K) ve kontrol grubu olarak 40 sağlıklı bireyi (ortalama yaş; 35±4.7 yıl. 24 E, 15 K) içeriyordu. Behçet hastalarında QT d ve QTcd intervalleri sırasıyla 58.9±15.6 msn, 76.8±10.5 msn iken kontrol grubunda bu değerler sırasıyla 41.3±10.3 msn, 57.5±7.9 msn olduğunu bulduk ( P <0.001). Behçet hastalığı olan hastalarda homojen olmayan miyokardial repolarizasyonu gösteren QT ve QTc'de önemli artışlar olduğu kaydedildi. SONUÇLAR: Bu çalışmanın verileri Behçet hastalığı olan hastalarda QT ve QTc dispersiyonun artması olarak yansıyan repolarizasyon anormaliklerine sahip olduğunu ortaya çıkarmıştır. QT ve QTc dispersiyonunun artması Behçet hastalığı olan hastalarda ventriküler aritmilerin açıklanmasında önemli olabilir.Öğe Bir Olgu Nedeniyle Poland Sendromu(İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 2006) Hacıevliyagil, Süleyman Savaş; Gülbaş, Gazi; Mutlu, Levent Cem; Yetkin, Özkan; Ulutaş, Hakkı; Günen, HakanPoland sendromu pektoralis major kasının tek taraflı yokluğu ile karakterize konjenital bir sendromdur. Bu sendroma meme, el ve diğer organ anomalileri de eşlik edebilir. Genellikle sağ tarafı tutar ve erkeklerde daha sıktır. Otuzaltı yaşında hemoptizi ile başvuran erkek hastanın çekilen akciğer grafisinde sağ hemitoraksta saydamlık artışı saptandı. Bu nedenle çekilen toraks bilgisayarlı tomografisinde Poland sendromu saptandı. Bu olgu az görüldüğü ve radyolojik özellikleri nedeniyle sunulmuştur.Öğe Bir olgu nedeniyle sağ aortik ark anomalisi(İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 2007) Hacıevliyagil, Süleyman S.; Yetkin, Özkan; Gülbaş, Gazi; Mutlu, Levent; Günen, HakanSağ aortik ark anomalisi (SAAA) nadir görülen bir durumdur. SAAA başka damarsal anomalilerle birlikte olabileceği gibi tek başına da olabilir. Genellikle çocuklukta semptomatik hale gelir, trakea veya özafagusa bası durumunda nefes darlığı, disfaji gibi şikayetlere yol açabilir. Bazen SAAA tanısı, semptom vermeksizin başka bir nedenle hastaneye başvuran kişilerde istenen radyolojik görüntüleme yöntemleri ile tesadüfen konulur. 47 yaşına kadar herhangi bir şikayeti olmayan bayan hastaya travma sonrası çekilen akciğer grafisi ve dinamik toraks tomografisindeki bulgulara dayanarak SAAA tanısı konuldu. SAAA az görüldüğü ve hastamız uzun yıllar semptom vermediği için olgu sunusu olarak sunulmuştur. Anahtar Kelimeler: Sağ aortik ark anomalisi, Akciğer grafisi, Toraks bilgisayarlı tomografisi.Öğe Bir Olgu Nedeniyle Wegener Granülamatozisi(Turgut Özal Tıp Merkezi Dergisi, 2000) Kızkın, Özkan; Türker, Gamze; Günen, Hakan; Avcı, Hilala; Miman, Murat Cem; Aydın, ErdinçWegener granülamatozisi akciğerleri tutan vaskuiitier arasında en yaygın olanıdır. Akciğerde oluşturduğu nodüier ve kaviter lezyonlar nedeniyle, başta tüberküloz ve malignlteler olmak üzere pek çok hastalığın ayırıcı tanısına girer. Kronik sinüzit tanısıyla uzun süre takip edilen, akciğerdeki kaviter lezyonlardan ötürü tüberküloz tedavisi alan hasta; orbita tutulumu olması, tüberkülozu taklit etmesi ve semptomların başlangıcı He teşhis arasında geçen sürenin 4 yıl olması nedenleriyle sunulmaktadır.Öğe Çok ilaca dirençli akciğer tüberkülozu ile yeni olgu akciğer tüberkülozunun tedavi maliyeti(Tüberküloz ve Toraks, 2003) Kızkın, Özkan; Hacıevliyagil, Süleyman S.; Türker, Gamze; Günen, HakanÖz: Çok ilaca dirençli akciğer tüberkülozu (ÇİDT); tedavisi zor, morbidite ve mortalitesi yüksek bir hastalıktır. Bu çalışma; yeni tüberküloz (Tbc) hastaları ile ÇİDT hastalarının tedavi maliyetlerini karşılaştırmak amacıyla yapılmıştır. Çalışmanın veri tabanını; yeni Tbc ve ÇİDT hastalarının tedaui prensipleri ile 2001 yılı Bütçe uygulama Talimatı'ndaki "Resmi Sağlık Kurumları Fiyat Tarifesi" ne Türk Eczacıları Birüği'nin 14.09.2001 tarihli ilaç fiyat listesi oluşturmuştur. Tbc için ortalama 20 gün hastanede yatış, bir ay iş gücü kaybı, altı aylık ilaç ve laboratuuar giderleri; ÇİDT için 'ortalama yedi ay hastanede yatış, 12 ay iş gücü kaybı, 24 aylık ilaçlaboratuvar, muhtemel cerrahi ve yoğun bakım giderleri hesap edilmiş olup; hekim hemşire hizmetleri ue sarf malzeme ücretleri göz ardı edilmiştir. Maliyet hesapları 14.09.2001 tarihli TC. Merkez Bankası döviz kuruna göre Amerikan doları olarak hesaplanmıştır. Yeni Tbc'li bir olguda toplam tedavi maliyeti 1134.89 dolar bulunmuş olup, aynı maliyet ÇİDT için 17529.15 dolardır. ÇİDT'de; yeni Tbc'ye göre yatak ücretleri toplam 10.5 kat, iş gücü kaybı 12 kat, ilaç tedavi maliyeti 98.7 kat, laboratuvar giderleri 5.3 kat daha yüksektir. Bir hastanın torakotomi maliyeti, 10 günlük yoğun bakım ücreti ile birlikte 391.93 dolar bulunmuştur. ÇİDT tedavisi ülkemiz için yüksek maliyetli bir tedavidir ve ÇİDT'li bir hastanın tedavi maliyeti ile yaklaşık 16 yeni Tbc'li hasta tedavi edilebilir. Hem yeni Tbc'li hem de ÇİDT'li hastaların başarıyla tedavi edilmesinin, ileride tüberküloz tedavisindeki olası yüksek maliyetleri düşüreceği kanısındayız. Başlık (İngilizce): The cost of treatment in new case and multidrug resistant case in pulmonary tuberculosis Öz (İngilizce): The treatment of multidrug-resistant pulmonary tuberculosis (MDRTbc) is quite difficult, and the disease has high morbidity and mortality rates. This study was designed to compare the costs of treatment in new tuberculosis (newTbc) cases and MDRTbc cases. Data base of the study was composed of the data from therapy principles of new Tbc cases and MDRTbc, and official directives and price lists of Turkish Pharmocology Society in 2001 fiscal year regulating treatment costs. For newTbc cases, the treatment cost included expanses for 20 days of hospitalisation, one month work loss and six monthsdrug supply and laboratory costs; for MDRTbc cases, it was comprised by expenses for seven months hospitalisation in average, 12 months work loss, 24 months drug supply and laboratory costs, and probable surgical interventions and postoperative intensive care. The service of hospital stuff and medical equipments provided was disregarded. The cost analyses was calculated as charge price of American Dollars (Öğe Determinants of hypoxemia in cirrhosis(Solunum Sistemi, 2002) Günen, Hakan; Yıldırım, Bülent; Seçkin, Yüksel; Hacıevliyagil, Süleyman S.; Koşar, FeridunAbstract: Background and Objectives: Mechanisms of the development of hypoxemia in cirrhosis are still not well understood. In this study, we aimed to investigate and determine the factors contributing to hypoxemia in patients with cirrhosis. Patients and Measurements: A total of 52 biopsy proven cirrhotic patients without any cardiopulmonary disorder and encephalopathy were studied prospectively. Blood gases were measured in supine, sitting positions and also while inhaling 100% O2. for 15 minutes. In the supine position, PaO2 values between 79-60 mmHg were evaluated as mild to moderate hypoxemia and any value below 60 mmHg as severe. Hemoglobin, albumin, AST and ALT levels, prothrombin time, presence of orthodeoxia, ascites, results of spirometric tests, duration of the disease and smoking habits were recorded in all patients. Contrast echocardiography (CE) was also performed in all patients. The results of these parameters were analysed to elucidate the determinants of hypoxemia in cirrhosis. hypoxemic Hypoxemia was mild to moderate in 18 patients (mean 72.3 mmHg) and severe in 3 patients (mean 52.2 mmHg). All patients responded well to 100% O2 inhalation with expected elevations in PaO2, thus excluding real anatomic and portopulmonary shunts as the causes of hypoxemia. Hypoxemic patients showed significant differences from normoxemic patients with cirrhosis in frequency of ascites (p<0.001) and AST levels (relatively lower levels) (p<0.05). Positive CE findings and orthodeoxia (a sign representatives of hepatopulmonary syndrome) showed an association with severe hypoxemia (p<0.001 and p<0.01 respectively). Conclusion: Presence of ascites and relatively low levels of serum AST appear to be predictors of hypoxemia in cirrhotic patients without cardiopulmonary disorder or encephalopathy. We suggest that all cirrhotic patients meeting one or both of these criteria be routinely investigated for hypoxemia.Öğe The effect of supplemental oxygen on hypoxemia and hypercapnia in COPD patients with acute respiratory failure(2006) Mutlu, Levent Cem; Hacıevliyagil, Süleyman Savaş; Günen, Hakan; Kızkın, ÖzkanAbstract: Kronik obstruktif akciğer hastalığı (KOAH) akut atağında; hipoksemi ve hiperkapniye sıklıkla rastlanılmaktadır. Amaç: Solunum yetmezliği olan KOAH hastalarında, nazal kanül ile verilen 2 L/dk oksijenin, hipoksemi ve hiperkapniye etkisini araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Yirmi altı tip I (Grup I) ve 36 tip II (Grup II) solunum yetmezlikli hasta çalışmaya alındı. Hastaların başvuru klinik ve laboratuar bulguları kaydedildi. Hastalar tam tıbbi tedavi yanısıra nazal kanülle 2 L/dk ilave oksijen aldıktan sonra, solunum fonksiyon testleri ve arter kan gazı (AKG) ölçümleri tekrar edildi. Tedavi ile PaCO2 değerleri 10 mmHg'dan daha fazla yükselenler Grup III'ü oluşturdu ve geri kalan hastalarla (Grup 4) karşılaştırılmaları yapıldı. Bulgular: Başlangıç laboratuvar parametrelerinden; PaO2 Grup II'de daha düşüktü. Her iki grupta tedavi sonrası saptanan PaO2 değerlerindeki artış istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0.001). Tedavinin sonunda PaO2 değerleri, Grup I ve II'de sırasıyla 23 hasta (%88.5) ve 26 hastada (%7.2) 60 mmHg'nın altında kaldı. Tedavi sonrası PaCO2 değeri 21 hastada (%28.8) yüksek bulunurken, 7 hastada (%11.3) 10 mmHg'nin üzerinde artış saptandı (Grup III). Biri hariç bu hastaların tümü Grup II'ye aitti (p>0.05). Grup 3'de Grup 4'e göre hastalık süresinin daha uzun olması ve kor pulmonale'nin daha fazla olması istatistiksel olarak anlamlı saptandı (p<0.05).Öğe Göğüs hastalıkları servisine yatan hastaların hastane yatış maliyetlerinin karşılaştırılması(Toraks Dergisi, 2006) Hacıevliyagil, Süleyman Savaş; Mutlu, Levent Cem; Gülbaş, Gazi; Yetkin, Özkan; Günen, HakanÖz: Tüm dünyada ve ülkemizde sigara içme oranlarının artmasına bağlı olarak, solunum hastalıklarının görülme sıklığı ve maliyetleri artmaktadır. Bu çalışmada göğüs hastalıkları servisine yatırılan hastaların hastane yatış maliyetlerinin incelenmesi amaçlandı. Çalışmaya 1 Ocak-30 Nisan 2005 tarihleri arasında İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları kliniğine başvuran 314 yatan hasta alındı. Hastaların yaş, hastalık tanıları, sigara içme durumları, yatış süreleri incelendi. Tüm hastaların hastaneye yattıkları süre içindeki hastane yatış maliyetleri hesaplandı. En sık saptanan hastalıklar sırasıyla KOAH (n: 105), akciğer kanseri (n: 69), pnömoni (n: 54) ve astımdı (n: 32). Ortalama hastane yatış maliyetleri; akciğer kanseri için 1978 YTL, pnömoni için 1479 YTL, KOAH için 1336 YTL, astım için 925 YTL olarak hesaplandı. İlaç ve radyolojik inceleme maliyetleri akciğer kanserinde, yatak ücretleri ise pulmoner emboli ve pnömonide en yüksek saptandı. Tüm hastaların toplam maliyetleri hesaplandığında tanılara göre en yüksek maliyeti KOAH oluşturdu. Sonuç olarak, KOAH ve akciğer kanseri gibi sigaranın neden olduğu hastalıkların hastane yatış maliyetleri daha yüksek saptandı. Göğüs hastalıklarında hastane maliyetlerini ve hastalıklara bağlı sağlık harcamalarını en aza indirmek için sigara bıraktırma çalışmaları başta olmak üzere koruyucu sağlık hizmetlerine daha çok önem verilmesi gerekir.Öğe Hematolojik malignitesi olan hastalarda pnömoni (26 olgu)(Toraks Dergisi, 2002) Kızkın, Özkan; Kaya, Emin; Türker, Gamze; Kuku, İrfan; Hacıevliyagil, Süleyman Savaş; Günen, Hakan; Aydoğdu, İsmetÖz: İmmünsüprese hastalarda pnömoni sık görülür ve mortalitesi yüksektir. Bu çalışma, hematolojik malignitesi (HM) olan hastalarda gelişen pnömoni insidansını, tanısını ve ampirik tedavi sonuçlarını değerlendirmek üzere planlanmıştır. Hematoloji kliniğinde 1997-2000 yillari arasinda izlenen 342 hastanin (83 NHL, 66 HL, 54 AML, 23 KML, 23 ALL, 51 KLL, 42 MM) dosyalari geriye dönük olarak incelendi. Bunlardan pnömoni gelişen 26'si (%7,6) çalışmaya alındı. Olgularin yaş ortalamasi 41.23±19.35 yıl olup, hastalık süreleri ortalama 19.40±24.30 aydi. En sık pnömoni ALL'li hastalarda saptandı (%39,1). Hastaların 11'i (%42) toplum kökenli pnömoni (TKP) ve 15'i (%58) hastane kökenli pnömoni (HKP) olarak değerlendirildi. Nötropenili 9 hastanın (%34.6) nötrofil sayısı ortalama 262.50±15.59/mm3 olarak bulundu. HKP'li olgularin 8'inde nötropeni varken, TKP'li olguların yalnızca 1'i nötropenikti. En sık radyolojik görünüm 26 olgunun 16'sinda (%61.5) görülen lober tutulumdu. Hastalarin balgam ve kan kültürlerinden, 4 hastada koagülaz (-) stafilokok, 2 hastada A grubu beta hemolitik streptokok, 1 hastada Klebsiella pneumoniae izole edildi. TKP'lerde en sik ampisilin-sulbaktam, HKP'lerde karbapenem grubu bir antibiyotik ve aminoglikozid kombinasyonu, nötropeninin eşlik ettiği HKP'lerde ise karbapenem grubu antibiyotik, aminoglikozid, glikopeptit grubu antibiyotik ile bir antifungal ajan kombinasyonu uygulandi. Antibiyotik kullanim süresi ortalama 18.88±18.48 gün olarak bulundu. Febril nötropenili 3, toplam 5 hasta (%19.2) yaşamını yitirdi. Bu hastalarin hepsi HKP'li olgulardı. Çalışmamızın sonuçlarına göre, başta ALL olmak üzere HM olan hastalarda pnömoni sık görülür ve mortalitesi yüksektir. Bu nedenle ampirik tedavinin erken ve geniş spektrumlu başlanması uygun olur kanısındayız.Öğe İnfektif Endokardit Sonrası Gelişen Mitral Kapak Rüptürü Olgusu(Turgut Özal Tıp Merkezi Dergisi, 1999) Koşar, Feridun; Battaloğlu, Bektaş; Günen, Hakan; Sezgin, Alpay; Topal, Ergün; Barutçu, İrfan; Özdemir, RamazanMitral kapak rüptürü infektif endokarditin ciddi bir komplikasyonudur. Yaygınlığı % 1 ile 11 arasındadır. Bu makalede, mitral kapak rüptürü komplikasyonu gelişmiş subakut endokardit kliniği He başvuran 19 yaşında erkek olguyu sunuyoruz. Hasta başarılı bir şekilde mitral kapak replasmanıyla tedavi edildi.Öğe Koahlı Hastalarda Yavaş Salınımlı Teofilin Dozu Ve Serum Teofilin Düzeyi İlişkisi(Turgut Özal Tıp Merkezi Dergisi, 2000) Günen, Hakan; Kızkın, ÖzkanBronşiyal astım ve KOAH tedavisinde yaygın olarak kullanılan teofilinin hangi hasta grubunda ne dozda kullanılacağı ile ilgili tartışmalar ilacın farmakodinamik özellikleri, dar törapetik sınırı ve yüksek dozdaki toksik etkilerinden dolayı halen devam etmektedir. Prospektif olarak planladığımız bu çalışmada, polikliniğimize ardışık olarak başvuran KOAH tanılı, sistemik Haç kullanmayan, ilave hastalığı olmayan ve karaciğer enzimleri normal 41 hasta değerlendirildi. En az 10 gündür uzun etkili teofilini 400 mg/gün kullanan hastalar Grup 1 (n=20) ve 600 mg/gün kullananlar Grup 2 (n=21) olarak sınıflandırıldılar. Serum teofilin düzeylerine (STD) sabah dozundan 4 saat sonra bakıldı. Gruplar arasında, hastaların yaş ortalamaları ve vücut ağırlıkları açısından anlamlı fark yoktu (p>0.05). Grup 1'deki hastaların STD 7.07±2.61 pg/ml iken, Grup 2'deki hastalar için aynı değer 12.27±3.70 pg/ml olarak bulundu (p<0.001). Ayrıca terapötik STD 8-15 pg/ml olarak alındığında; Grup 1'deki 20 hastanın 14"ünde (%70) Haç düzeylerinin subterapötik düzeyde kaldığı ancak hiç toksik düzeylere erişmediği, Grup 2'deki hastalardan ise yalnızca 2'sinin yan etki bulgusu vermeksizin 15 pg/ml üzerinde olduğu (18.8 pg/ml ve 16.09 pg/ml) ve sadece 3 (%14) hastada 8pg/mlaltında olduğu saptandı (p<0.001). Sonuç olarak yetişkin, 45 kg üzerinde KOAHh hastalarda teofilinin 400 mg/gün dozunun kullanılmaması ve STD'nin belli aralıklar He kontrol edilmesi gerektiği kanısına vardık.Öğe Konjestif Kalp Yetmezliği Olan Hastalarda Fonksiyonel Kardiyak Statüsün Kalp Hızı Değişkenliği Üzerine Etkisi(Turgut Özal Tıp Merkezi Dergisi, 1999) Koşar, Feridun; Günen, Hakan; Battaloğlu, Bektaş; Sezgin, Alpay; Arslan, HalilKardiyak otonomik sinir sisteminin disfonksiyonu kap yetersizliği oian hastalarda gözlenmektedir. Fakat kalp hızı değişkenliğindeki (KHD) azalma ie sol ventrikül disfonksi- yonun boyutu arasındaki ilişki halen tartışmalıdır. KHD kardiyak otonomik fonksiyonları de- ğerlendirmede kullanılmaktadır. Bu çalışmada idiyopatik dilate kardiyomiyopati (DKMP) veya konjestif kap yetmezliği (KKY) olan hastalarda KHD parametrelerini ve otonomik aktivite durumunu araştırdık. Metod: Kardiyak otonomik aktivite KHD hesaplanarak 24 saatlik holter kayıtlarından non- invaziv olarak değerlendirildi. Ortalama RR, SSND, rMSSD, ve P NN 50 % tüm hastalarda ve kontroi grubunda ölçüldü (18 idiyopatik DKMP ve 20 kontrol grubu). Ayrıca, DKMP veya KKY olan 18 hasta fonksiyonel kardiyak statüslerine göre sınıflandırıldi (New York Kalp Cemiye- ti'nin sınıflandırılmasına göre). Bulgular: DKMP ve kontrol grubu arasında yaş ve cinsiyete göre farklılık yoktu. KHD'nin baskılanması DKMP hastalarında gözlendi (Ortalama RR: 632±83ms'e karşın 727±75ms, P< 0.001; SDNN: 83.40±42.25ms'e karşın 138.28±40.13ms, P<0.001; rMSSD: 13.70±5.46ms'e karşın 30.37±18.73ms, P<0.001; PNN 50 %>: 1.78±4.34'e karşın 4.40±5.28, P<0.001). Fonksiyonel kardiyak klas derecesi artıkça, tüm KHD parametrelerinin azalmaya eğilimi vard,, fakat bu farklılık istatistiksei açıdan anlam! değildi (P=AD). Sonuç: Verilerimiz DKMP de tüm KHD parametrelerinde azalma olduğunu ve azalmış KHD parametrelerinin fonksiyonel kardiyak status He ilşkiii olduğunu göstermektedir.