Yazar "Çizmeci, Zeynep" seçeneğine göre listele
Listeleniyor 1 - 7 / 7
Sayfa Başına Sonuç
Sıralama seçenekleri
Öğe Candida türlerinde biyofilm ve fosfolipaz aktivitesinin saptanması(Türk Hijyen ve Deneysel Biyoloji Dergisi, 2003) Kuzucu, Çiğdem; Çizmeci, Zeynep; Durmaz, BengülÖz: Biyofilmler ve fosfolipaz enzimi Candida suşlarına bağlı infeksiyonların gelişmesinde önemli virulans faktörleridir. Bu çalışmada Candida türlerinde biyofilm ve fosfolipaz üretimi araştırılmıştır. Toplam 200 Candida izolatında biyofilm pozitifliği %52 bulunmuştur. C.albicans suşlarında biyofilm üretiminin diğerlerine göre daha yüksek olduğu görülmüştür (%63). Toplam 123 C.albicans izolatında fosfolipaz pozitifliği %57 olarak bulunmuştur. Her iki faktöründe virulansda önemli olduğu düşünülmüştür.Öğe Doğurganlık Çağındaki Kadınlarda Rubella ve Sitomegalovirus Antikorlarının Araştırılması(İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 2003) Tekerekoğlu, Mehmet S.; Çizmeci, Zeynep; Özerol, İbrahim H.; Durmaz, RızaÇalışma, risk grubunu oluşturan doğurganlık çağındaki kadınlarda Rubella ve Sitomegalovirus antikorlarının insidansını belirlemek amacıyla yapıldı. Materyal ve Metod: Sitomegalovirus ve Rubella infeksiyonlarına karşı gelişen IgM ve IgG antikorları ELISA (Organon) kitleri kullanılarak incelenmiştir. Bulgular: İncelenen serum örneklerinde %0.3 oranında rubella IgM pozitifliği saptanırken; Rubella IgG %88 oranında belirlendi. CMV IgM ve CMV IgG için ise sırasıyla %0.4 ve %94 oranında pozitiflik gözlendi. Sonuç: Duyarlı anne adaylarının CMV ve Rubella infeksiyonlarından korunma ve kontrol konusunda eğitilmeleri ve takiplerinin doğumsal anomali riskini azaltacağı kanısına varıldı.Öğe Lejyonelloz riski taşıyan bir üniversite hastanesi personeli ile normal popülasyonda legionella antikorları seroprevalansı ve bakteri odaklarının saptanması(İnönü Üniversitesi, 2005) Çizmeci, ZeynepBu çalışmada, hastanemiz personeli ve yatan hastalarda Legionella seropozitifliğinin araştırılması amaçlanmıştır. Ayrıca, çalışma sırasında saptanan salgının klinik ve epidemiyolojik özellikleri de analiz edilmiştir. Çalışma, Ocak 2003 ve Kasım 2004 tarihleri arasında, 8 yıldan beri faaliyet gösteren, 600 yatak kapasiteli, merkezi havalandırma sistemi olan ve hastane su sistemlerinde herhangi bir dezenfeksiyon programı uygulanmayan İnönü Üniversitesi Hastanesi'nde yapıldı. Toplam 500 serum örneği (400 hastane personeli ve 100 yatan hasta) toplanarak, ELISA yöntemi ile Legionella pneumophila antikorları tarandı. Seropozitif olgular; ELISA ile serum antikor litrelerinde 4 kat artışın saptanması, İFA ile yüksek titrede antikor pozitifliği ve pozitif üriner antijen testi kullanılarak doğrulandı. ELISA ile hastane personelinin 24'ünde (%6) ve yatan hastaların 7'inde (%7) cut-off değerinin üstünde antikor titresi saptandı. Bu olgular 2-4 hafta takip edildi. Bu olguların, ELISA yöntemi ile 3 hasta ve 4 personelde antikor fitresinde 4 kat artış, İFA yöntemi ile 3 hasta ve 3 personelde yüksek antikor titresi saptandı. Pnömonili 3 hastada üriner antijen testi pozitif iken yalnızca birinde balgam kültürü pozitif saptandı. Salgının başlamasından sonra ilk iki hafta içinde 6 olgu gözlendi ve 30 gün sonra ise bir olgunun daha tanısı kondu. Su sisteminin 22 distal kısmından su örnekleri alınarak L. pneumophila kültürü yapıldı. L. pneumophila sadece 15 alandan izole edildi. "Pulsed-field gel electrophoresis" (PFGE) tiplendirme yöntemi ile su sistemlerinden izole edilen tüm suşların aynı olduğu ve balgamdan izole edilen suş ile klonal ilişkili oldukları gösterildi. Su sisteminin, derhal yüksek ısı ve ani akıtma yöntemi ile dezenfekte edilmesinden sonra, yalnızca 4 alanda tekrar Legionella izole edildi. Yüksek ısı ve ani akıtma yöntemi ikinci kez uygulandıktan sonra Legionella tamamen elimine edildi. Bu çalışma; hızlı tespit ve yeterli yüksek ısı ve ani akıtma uygulamasının, Legionella' nın su sistemlerinde yayılımının azaltılması ve eüminasyonu için etkili olduğununu göstermektedir.Öğe Molecular typing of methicillin-resistant Staphylococcus aureus isolated from bloodstream infections in a university hospital(Turkish Journal of Medical Sciences, 2009) Yetk, Gülay N; Kuzucu, Çiğdem; Durmaz, Bengül; Durmaz, Rıza; Çizmeci, Zeynep; İşeri, LatifeÖz: Amaç: Metisilin-dirençli Staphyococcus aureus (MRSA) suşlarının neden olduğu kan dolaşımı enfeksiyonları pekçok hastanedeki major problemlerden biridir. Moleküler tiplendirme suşların kaynağı ve yayılımı ile ilgili çok önemli bilgiler sağlamaktadır. Bu çalışmanın amacı İnönü Üniversitesi Turgut Özal Tıp Merkezi’ndeki kan dolaşımı enfeksiyonlarından izole edilen MRSA suşlarının klonal benzerliğini araştırmaktır. Yöntem ve gereç: Ocak-Aralık 2003 tarihleri arasında kan kültürlerinden izole edilen 37 MRSA suşu incelenmiştir. Metisilin direnci, polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) yöntemiyle suşların mec A geni çoğaltılarak doğrulanmıştır. Suşların klonal benzerliği arbitrarily primed polymerase chain reaction (AP-PCR) ve pulsed-field gel electrophoresis (PFGE) yöntemleriyle araştırılmıştır. Bulgular: Bir yıllık periyodda 37 MecA pozitif S. aureus suşu tanımlandı. Bunların 29 (% 78,3)’u yoğun bakım ünitelerinden, 6’sı çeşitli servislerden izole edilmiştir. MRSA suşları klinikte kullanılan birçok antistafilokok antibiyotiğe dirençliydi. AP-PCR ve PFGE tipleme metodları suşların sırasıyla % 67,6 ve % 60,7 oranında klonal olarak ilişkili olduğunu göstermiştir. Klonal olarak benzer suşlar belli bir klinik ya da belli bir periyodda yığılma göstermemiştir. Sonuç: Hastanemizde kan dolaşımı enfeksiyonu etkeni olan MRSA suşları arasında dominant bir klon olmadığı ve AP-PCR tipleme yönteminin suşların klonal ilişkisini saptamada bir tarama metodu olarak kullanılabileceği sonucuna varılmıştır. Çalışmanın sonuçları hastanemizde predominant herhangi bir MRSA klonunun olmadığını göstermektedir. Fakat yüksek MRSA izolasyonu ve klonal ilişkili suşların çokluğu nedeniğle; infeksiyon control önlemleri yeniden gözden geçirildi ve suşların hastanemizdeki klinikler arasında yayılımını engelemek için infeksiyon control komitesine daha sıkı tedbirler önerildi.Öğe Poliansature yağ asitlerinin rat kronik biliyer obstrüksiyon modelinde karaciğer hasarını azaltıcı etkinliği(2008) Demircan, Mehmet; Durmaz, Rıza; Çizmeci, Zeynep; Karaman, AbdurrahmanAmaç: Biliyer obstrüksiyon (BO) sonrası, safra akımın kesilmesi sonucu, hepatositlerde safra asitleri ile beraber toksik ürünlerde birikmektedir. Bunun sonucunda lipid peroksidasyonu, hepatik makrofaj aktivasyonu ve proinflamatuar stokin salınımı ortaya çıkmakta, bu da karaciğer hasarına sebep olmaktadır. Poliansature fosfatidilkolin (PFK) soyafasulyesinden elde edilen bir poliansature yağ asidi (PAYA) bileşiğidir. Memelilerdeki fosfolipidlerin bir varyansı olan PFK’nın güçlü bir sitoprotektif ve immünmodülatör etkiye sahip olduğu gösterilmiştir. Bu etkilerini göz önüne alarak rat kronik biliyer obstrüksiyon modelinde gerçekleştirdiğimiz bir deneysel çalışmada BO’da gelişen karaciğer hasarının engellenmesinde PFK’nın oldukça etkin olduğunu göstermiştik. Bu çalışmada hem biliyer obstrüksiyonlarda proinflamatuar stokinlerin rolünün hem de PFK’nın karaciğer hasarını azaltıcı etkinliklerinin altında yatan mekanizmaların ortaya konması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmada kullanılan toplam 25 adet rat 3 gruba ayrıldı. 1. gruptaki beş rat kontrol grubunu oluştururken 2. gruptaki 10 rata biliyer obstrüksiyon uygulandı. 3. gruptaki 10 rata biliyer obstrüksiyon ile beraber PFK tedavisi verildi. PFK tedavisine kronik biliyer obstrüktif hastalıkların klinik seyrine uygun olarak obstrüksiyonun 15. gününde başlandı ve 15 gün sürdürüldü. Dört haftalık deney periyodu sonunda tüm ratlardan aynı anda karaciğer doku örnekleri alındı ve ratlar sakrifiye edildi. Karaciğer doku homojenatında, PCR ile proinflamatuar stokinlerden, interlökin 1 (IL-1), interlökin 6 (IL-6), tümör nekrozis faktör alfa (TNF ?), transforming growth faktör beta (TGF ?) ve granülosit-makrofaj-koloni stimülan faktör (GM-CSF) varlığı araştırıldı. Bulgular: Tüm sonuçlar değerlendirildiğinde BO sonrası proinflamatuar stokin düzeylerinin arttığı, PFK tedavisinin bu artışı önlediği tesbit edilmiştir. Sonuç: BO sonrası ortaya çıkan kalıcı inflamatuar yanıt biliyer atrezi, koledok kisti gibi hastalıklarda mortalite ve morbiditenin yüksek kalmasını sağlamaktadır. PFK’nin BO’da karaciğer hasarının engellenmesinde etkin olarak kullanılabileceği tesbit edilmiştir. PFK’nin karaciğerdeki hasarı engelleme mekanizmaları içinde proinflamatuar stokinlerin salınımını önlemesi ile gerçekleştirdiği güçlü immünmodülatör özelliğinin önemli rol oynadığını düşünmekteyiz.Öğe Poliansature Yağ Asitlerinin Rat Kronik Biliyer Obstrüksiyon Modelinde Karaciğer Hasarını Azaltıcı Etkinliği(İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 2008) Karaman, Abdurrahman; Demircan, Mehmet; Çizmeci, Zeynep; Durmaz, RızaBiliyer obstrüksiyon (BO) sonrası, safra akımın kesilmesi sonucu, hepatositlerde safra asitleri ile beraber toksik ürünlerde birikmektedir. Bunun sonucunda lipid peroksidasyonu, hepatik makrofaj aktivasyonu ve proinflamatuar stokin salınımı ortaya çıkmakta, bu da karaciğer hasarına sebep olmaktadır. Poliansature fosfatidilkolin (PFK) soyafasulyesinden elde edilen bir poliansature yağ asidi (PAYA) bileşiğidir. Memelilerdeki fosfolipidlerin bir varyansı olan PFK’nın güçlü bir sitoprotektif ve immünmodülatör etkiye sahip olduğu gösterilmiştir. Bu etkilerini göz önüne alarak rat kronik biliyer obstrüksiyon modelinde gerçekleştirdiğimiz bir deneysel çalışmada BO’da gelişen karaciğer hasarının engellenmesinde PFK’nın oldukça etkin olduğunu göstermiştik. Bu çalışmada hem biliyer obstrüksiyonlarda proinflamatuar stokinlerin rolünün hem de PFK’nın karaciğer hasarını azaltıcı etkinliklerinin altında yatan mekanizmaların ortaya konması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmada kullanılan toplam 25 adet rat 3 gruba ayrıldı. 1. gruptaki beş rat kontrol grubunu oluştururken 2. gruptaki 10 rata biliyer obstrüksiyon uygulandı. 3. gruptaki 10 rata biliyer obstrüksiyon ile beraber PFK tedavisi verildi. PFK tedavisine kronik biliyer obstrüktif hastalıkların klinik seyrine uygun olarak obstrüksiyonun 15. gününde başlandı ve 15 gün sürdürüldü. Dört haftalık deney periyodu sonunda tüm ratlardan aynı anda karaciğer doku örnekleri alındı ve ratlar sakrifiye edildi. Karaciğer doku homojenatında, PCR ile proinflamatuar stokinlerden, interlökin 1 (IL-1), interlökin 6 (IL-6), tümör nekrozis faktör alfa (TNF α), transforming growth faktör beta (TGF β) ve granülosit-makrofaj-koloni stimülan faktör (GM-CSF) varlığı araştırıldı. Bulgular: Tüm sonuçlar değerlendirildiğinde BO sonrası proinflamatuar stokin düzeylerinin arttığı, PFK tedavisinin bu artışı önlediği tesbit edilmiştir. Sonuç: BO sonrası ortaya çıkan kalıcı inflamatuar yanıt biliyer atrezi, koledok kisti gibi hastalıklarda mortalite ve morbiditenin yüksek kalmasını sağlamaktadır. PFK’nin BO’da karaciğer hasarının engellenmesinde etkin olarak kullanılabileceği tesbit edilmiştir.Öğe Species distribution antifungal susceptibility andclonal relatedness of Candida isolates frompatients in neonatal and pediatric intensive careunits at a medical center in Turkey(New Microbiologıca, 2008) Kuzucu, Çiğdem; Durmaz, Rıza; Otlu, Barış; Aktaş, Elif; Gülcan, Hande; Çizmeci, ZeynepThe aim of this study was to assess species distribution, antifungal susceptibility and clonal relationships among Candida strains isolated from a group of pediatric/neonatal intensive care (PICU/NICU) patients that had a very high mortality rate (76%). The cases of 21 patients (19 with candidemia, 2 with Candida meningitides) treated over a 1-year period in a Turkish hospital PICU and NICU were retrospectively analyzed. Twenty-eight Candida isolates were detected from blood (20), cerebrospinal fluid (CSF) (2) and other specimens (6). Candida species were identified using the API ID 32C System. Susceptibility testing was done (all 28 isolates) for amphotericin B, fluconazole and itraconazole using the broth microdilution method. Arbitrarily primed polymerase chain reaction (AP-PCR) was used for molecular typing of the 3 most common ones; C. albicans (15), C. parapsilosis (6), and C. pelliculosa (4). Electrophoretic karyotyping (EK) was done to check clonal identity obtained by AP-PCR. Of the 20 blood isolates, 8 (40%) were C. albicans, 12 (60%) were non-albicans Candida, and one of the 2 CSF isolates was C. albicans. The overall species distribution was as follows: 15 C. albicans isolates, 6 C. parapsilosis isolates, 4 C. pelliculosa isolates, 2 C. famata isolates and 1 C. tropicalis isolate. Amphotericin B had the best antifungal activity with a MIC90 of 0.125 µg/ml, and the rates of susceptibility to fluconazole and itraconazole were 93% and 82%, respectively. AP-PCR revealed 11 genotypes (4 were identical pairs, 7 were distinct) among the 15 C. albicans isolates, 2 genotypes (5 were classified in the same type) among the 6 C. parapsilosis isolates, and 4 separate genotypes for the 4 C. pelliculosa isolates. Karyotyping results correlated well with the AP-PCR findings. As indicated in the previous research, our results confirmed that non-albicans Candida species have become more frequently causative agents for invasive fungal infections in the ICU. Transmission of C. albicans and C. pelliculosa was relatively low, but transmission of C. parapsilosis was high, suggesting that more effective control and very strict treatment protocols are needed for patients having high mortality and invasive fungal infection in ICU.