Tıp Fakültesi Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 1356
  • Öğe
    Over yüzey epitelinin seröz tümörlerinde fibroblast büyüme faktörü reseptörü 1 (FGFR1) amplifikasyonu ve prognoz ilişkisi
    (İnönü Üniversitesi, 2020) Özcan, Mehmet; Alan, Saadet
    Amaç: Bu çalışmanın amacı overin seröz yüzey epiteli kaynaklı tümörlerinin FGFR1 ekspresyonu açısından incelenmesi ile seröz kistadenomlar, borderline seröz tümör/atipik proliferatif seröz tümörler, düşük dereceli ve yüksek dereceli seröz karsinomların ekspresyon farklılıklarının değerlendirilmesidir. Materyal ve metod: Bu çalışmaya patoloji laboratuarımızda 2010-2020 yılları arasında, morfolojik ve immünohistokimyasal bulgularla seröz kistadenom, borderline seröz tümör/atipik proliferatif seröz tümör, düşük dereceli seröz karsinom ve yüksek dereceli seröz karsinom tanısı almış 100 hasta dahil edilmiştir. Genetik özellikleri ve olgu sayıları da gözetilerek borderline tümörler ve LGSK'lar tek grup halinde incelenmiştir. Bu vakalarda parafin bloklardan alınan kesitlerle PCR ve immünohistokimya yöntemleri ile FGFR1 ekspresyonu araştırılmıştır. Bulgular: Çalışmamızda HGSK olgularında FGFR1 gen ekspresyonunun Borderline/LGSK ve SK gruplarlarına göre istatistiksel anlamlı artışı tespit edilmiştir. Borderline/LGSK grubu ile SK grubu arasında da fark olmasına rağmen istatistiksel anlamlılık saptanamamıştır. İmmünhistokimyasal yöntemle yapılan incelemelerde tüm olgular için sitoplazmik ve nükleer H skoru hesaplanmıştır. Sitoplazmik H skorları, HGSK grubu için ortalama 202,03, LGSK/Borderline grubu için ortalama 134,29, seröz kistadenom grubu için ortalama 76,54 olarak bulunmuştur. Sonuçlar: FGFR1 ekspresyonu HGSK olgularında anlamlı bir şekilde artmıştır. PCR ve immünohistokimya ile gruplar istatistiksel anlamlı derecede birbirinden farklıdır. HGSK olgularında PCR ile FGFR1 kat değişimi fazladır. İmmünohistokimyasal olarak da sitoplazmik H skoru HGSK olgularında diğer gruplara göre istatistiksel olarak anlamlı artış göstermektedir. LGSK/Borderline grubunda, SK grubu ile karşılaştırıldığında sitoplazmik H skorunun istatistiksel anlamlı derecede daha fazla olduğu görüldü. İmmünohistokimyasal olarak sitoplazmik H skoru Ki-67 proliferasyon indeksi ile zayıf korele olup, p53, östrojen reseptörü ve progesteron reseptörü ile korelasyon tespit edilmemiştir.
  • Öğe
    Üçlü negatif meme kanserlerinde ROR1 ekspresyon düzeyi ve EGFR mutasyonunun prognostik faktörler ile ilişkisi
    (İnönü Üniversitesi, 2023) Öz, Merve; Akpolat, Nusret
    Amaç: Tedavi kararlarını desteklemek için moleküler analiz yapmak giderek önem kazanmaktadır. Bu çalışmanın amacı üçlü negatif meme kanserlerinde ROR1 ekspresyon düzeyi ve EGFR mutasyonlarının sıklığı, kliniğe ve tedaviye yön verecek olan prognostik faktörler ile ilişkisini araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 2015-2021 yılları arasında radikal mastektomi ve lumpektomi uygulanmış; Turgut Özal Tıp Merkezi Tıbbi Patoloji laboratuvarında değerlendirilmiş; ER, PR, HER2 immünohistokimyasal olarak negatif yorumlanmış 20 adet ÜNMK olguları alınmıştır. 20 olguda RT-PCR ile ROR1 ekspresyon düzeyi ve EGFR gen mutasyonu araştırılmıştır. Ayrıca tüm olgular EGFR, CK5/6 ve CD117 immünohistokimya boyaları ile değerlendirilmiştir. Tüm sonuçlar belirlenen prognostik parametreler ile karşılaştırılmıştır. Bulgular: Çalışmamızda RT-PCR ile ROR1 ekspresyonunu kontrol gruba kıyasla test grubunda istatistiksel anlamlı artışı tespit edildi (p<0,001). Kat değişimleri hesaplandığında cut-off ve medyan değere göre sırasıyla olguların %15 ve %25'inde ROR1 aşırı ekspresyonu bulundu. RT-PCR ile EGFR gen mutasyonu hiçbir vakada saptanmadı. İmmünohistokimyasal analizde EGFR ile %80, CK5/6 ile %45 ve CD117 ile %35 oranında pozitiflik tespit edildi. ROR1 ekspresyonu, EGFR, CK5/6 ve CD117 immünohistokimya boyanma sonuçları prognostik faktörler ile karşılaştırıldığında hiçbirinde istatistiksel olarak anlamlı sonuç elde edilemedi. Sonuçlar: ROR1 ekspresyon oranları ÜNMK hasta gruplarında yüksek bulundu. ROR1, ÜNMK hastalarında yeni tedavi rejimi olan immünoterapi için potansiyel terapötik hedef molekül olabilir. ÜNMK'lerinde belirlenen moleküler alt tiplendirmeyi daha ulaşılabilir immünohistokimyasal belirteçlerle desteklemek araştırmacılar için yararlı olabilir.
  • Öğe
    Mesane tümörlerinde multiparametrik manyetik rezonans görüntülemesinde skorlama sisteminin (VIRADS) klinik tanı ve tedavi üzerine etkileri
    (İnönü Üniversitesi, 2022) Güngör, Hasan; Çamtosun, Ahmet
    Amaç: Mesane kanseri hastalarında tümörün lokal evrelendirmesi için preoperatif mpMRG (multiparametrik manyetik rezonans görüntüleme) yöntemi ile değerlendirmeyi ve histopatolojik sonuçlarla karşılaştırarak klinik etkinliğini göstermeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Kasım 2020 ile Nisan 2022 tarihleri arasında mesane tümörü ön tanısı ile sistoskopi planlanan ve daha önce mesane tümörü tanısı almış rezidü tümörü olan 63 hasta dahil edildi. Bu hastalar preoperatif mpMRG yöntemi ile T2 ağırlıklı (T2A) görüntüleme, difüzyon ağırlıklı görüntüleme (DAG), dinamik kontrastlı görüntüleme (DKG) sekansları birlikte değerlendirildi. Tüm MR görüntüleri 'Vesical Imaging Reporting And Data System' (VIRADS) kriterlerine göre incelendi. Tüm lezyonlar 5 kategoriden oluşan VIRADS skorlarına göre sınıflandırıldı. Daha sonra hastalardan alınan biyopsiler histopatolojik olarak incelendi ve radyolojik bulgularla karşılaştırıldı. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 63 hastanın 60'ı erkek, 3'ü kadın hasta ve yaş ortalaması 64,2±10,55 olarak hesaplandı. Hastaların 41'i primer mesane tümörü ve 22 hasta nüks mesane tümörü, rezidü tümörü olan ve/veya radikal sistektomi planlanan hasta grubunda yer aldı. VIRADS skoru >3 olan tümörler kasa invaze olarak gruplandırıldığında 63 hastanın 53'ü (%84) radyolojik olarak invaziv mesane tümörü olarak değerlendirildi. Fakat histopatolojik olarak 33 (%52,4) hastada invaziv mesane tümörü saptandı. Bu çalışmada duyarlılık %100, özgüllük %33, negatif öngörü değeri %100, pozitif öngörü değeri %62 olarak hesaplandı. Ayrıca bu çalışma sonucunda VIRADS skorunun kas invazyonunu saptamadaki öngörüsü ile tümör hacmi arasındaki korelasyonun anlamlı olmadığı saptandı (p değeri 0,529). Sonuç: Çalışmamızın sonuçlarına göre ameliyat öncesi mesane kanseri evrelemesi klinik tanı ve tedavi yaklaşımı açısından önemlidir. MpMRG kullanılarak elde edilen VIRADS skorlama sisteminin özellikle mesane kas invazyonu olmadığını saptamada başarılı bir yöntemdir. Mesane tümörlerinde kasa invazyonu saptamadaki başarısı daha fazla yapılacak çalışmalar ile tanısal verimliliğin artırılabileceği bir yöntemdir. Anahtar Kelimeler: Mesane kanseri, VIRADS, kas invazyonu
  • Öğe
    At nalı böbrekte perkütan nefrolitotomi başarısını etkileyen faktörler
    (İnönü Üniversitesi, 2023) Kaya, Muhammed Ali; Çelik, Hüseyin
    Amaç: Perkütan nefrolitotomi yapılan at nalı böbrek hastalarında, cerrahi taşsızlık oranının etkileyen faktörlerin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Materyal ve metot: 2009-2023 yılları arasında İnönü Üniversitesi Turgut Özal Tıp merkezinde kliniğimize başvuran 188 at nalı böbrek hastası tespit edilmiştir. Bu hastaların 19'una 24 ünit perkütan nefrolitotomi operasyonu gerçekleştirilmiştir. Her cerrahi ünit birbirinden bağımsız olarak değerlendirilmiştir. Hastalar post-op rezidu taş izlenen 9 ünit Grup A, post-op rezidu taş izlenmeyen 15 ünit Grup B olarak ikiye ayırılmıştır. Gruplar arası; yaş, cinsiyet, cerrahi öykü, ek komorbiditeler, renal anomaliler, taş alanları, taş sayısı, taş lokasyonu, Guy's Stone skorlaması, Houns-field üniti, PNL çeşidi ve puncture bölgesi, taş cilt mesafesi, hospitalizsyon süresi farklılıklar retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Çalışmamıza yetişkin ve pediatrik yaş gurubundan at nalı böbreğe sahip olup perkütan nefrolitotomi yapılan pre-operatif ve post-operatif takip ve tedavileri kliniğimizde düzenlenen hastalar dahil edilmiştir. Bulgular: Grup A'da 9 ünit, Grup B' 15 ünit karşılaştırılmıştır. Gruplar arası demografik veri karşılaştırmasında; yaş, cinsiyet, ek hastalıklar ve renal anomaliler arasında istatiksel farklılık izlenmemiştir(p>0,05). Gruplar arası geçirilmiş cerrahi öykü istatiksel olarak anlamlı izlenmiştir(p<0,05). Gruplar arası pre-operatif taş özellikleri karşılaştırmasında; taş sayısı, taş lokasyonu, Guy'stone skorlaması, ve taşın Houns-field ünite açısından gruplar arası anlamlı farklılık izlenmemiştir(p>0,05). Gruplar arası taş alanı farklılığı istatiksel olarak anlamlı bulunmuştur(p<0,05). Gruplar arası intra-operatif ve post-operatif farklılıkların karşılaştırmasında; PNL çeşidi ve puncture bölgesi, taş cilt mesafesi, post-op nefrostomi, kompolikasyon ve hospitalizasyon süresi gibi parametrelerde istatiksel fark izlenmemiştir(p>0,05) Anlamlı çıkan taş alanı ve geçirilmiş cerrahi öykü gibi faktörlerin lojistik regresyon analizinde taş alanının tek başına bağımsız bir olduğu izlenmiştir(p<0,05). Sonuç: Perkütan nefrolititomi at nalı böbrek hastalarında güvenle uygulanabilir bir cerrahi çeşididir ve çalışmamızda taş alanı parametresinin tek başına bağımsız bir faktör olarak cerrahi başarıyı etkilediği görülmüştür. Anahtar kelimeler; Perkütan nefrolitotomi, at nalı böbrek, taşsızlık oranı
  • Öğe
    Azoospermik hastalarda kan irisin düzeylerinin incelenmesi
    (İnönü Üniversitesi, 2020) Yıldız, Ahmet; Beytur, Ali
    Amaç: İnfertilite dünya genelinde milyonlarca çifti etkileyen bir sağlık sorunudur. Başvuruların yaklaşık yarısından erkek infertilitesi sorumludur. Azoospermi, infertilite ile başvuran erkeklerin % 10-20'sini etkileyen bir durumdur. İrisin, egzersize yanıt olarak üretildiği gösterilen, beyaz yağ dokusu hücrelerinin kahverengi yağ dokusu hücrelerine dönüştürerek vücudun enerji tüketimini artıran, yakın zamanda tanımlanmış bir hormondur. Özellikle metabolik sendrom üzerine pozitif etkileri olduğu irisinin hayvan deneylerinde obeziteye bağlı testis disfonksiyonunu engelleyebileceği, gonadotropinler üzerinden üreme hormonlarını indükleyerek fertilite üzerine etkili olabileceği ön görülmüştür. Çalışmamızda metabolik parametreler, irisin düzeyleri, hormonal düzey ve fertilite ilişkisini, irisinin insanda fertilite üzerine etkisi olup olmadığını ortaya koymayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Azoospermi (NOA) hastaları, oligozoospermik infertilit bireyler ve kontrol grubu olarak normal yollarla gebelik oluşturabilen fertil bireyler arasından 30'ar kişi olmak üzere 3 grupta toplam 90 kişi çalışmaya dahil edildi. Serum irisin, FSH, LH, T, PRL, E2, TSH, sT3, sT4, TG, TK, LDL, VLDL, HDL düzeyleri bir gecelik açlık sonrası alınan kandan ölçüldü. BKİ, toplam yağ ve kas ağırlığı, bölgesel yağ ve kas ağırlıkları, yağsız kütle, SMI, toplam vücut suyu, protein ve mineral miktarı, obezite derecesi, bazal metabolizma hızı, bel-kalça oranı, önerilen kalori miktarı biyoimpedans cihazıyla ölçüldü. Verilerin analizinde; ikişerli karşılaştırmada (post-hoc) Conover testi, değişkenler arası korelasyonun incelenmesinde ise Spearman'ın sıralama korelasyon katsayısı kullanıldı. Bulgular: Gruplar arasında yaş, BKİ, yağ ve kas ağırlığı, kan yağları ve antropometrik ölçümlerin dağılımı açısından fark görülmedi. FSH, LH ve PRL azoospermik hastalarda diğer gruplara göre yüksek izlendi. İrisin değerleri bakımından gruplar arasında anlamlı fark izlenmedi. Tüm katılımcılarda (n=90) ilişkilere bakıldığında ise irisin düzeylerinin BKİ ve yağ miktarını ilgilendiren parametrelerle pozitif korelasyon gösterdiği görüldü. Sonuçlar: Çalışmamızda irisin ile erkek infertilitesi arasında ilişki tespit edilememiştir. Her üç grupta da irisin düzeylerini etkileyebilecek olan yaş, antropometrik ölçümler, kas ve yağ kütlesi gibi ölçümlerin eşit dağılması sonucun sağlaması niteliğindedir. İnsandaki etkileri üzerine yapılan çalışmalarda çelişkili sonuçlara rastlanan irisinin fertilite ile ilişkisinin kesin olarak ortaya koyulması için ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Non obstruktif azospermik hastalarda genetik nedenlerin araştırılması
    (İnönü Üniversitesi, 2021) Dural, Bulut; Geçit, İlhan
    Amaç: İnfertilite dünya genelinde milyonlarca çifti etkileyen bir sağlık sorunudur. Başvuruların yaklaşık yarısından erkek infertilitesi sorumludur. Erkeklerin yaklaşık % 15'inde ve infertilitesi olan kadınların % 10'unda, kromozom anormallikleri ve tek gen mutasyonları dahil olmak üzere genetik anormallikler mevcut olabilir. Sonuç olarak gelecekte kısırlığın genetik nedenlerinin artmaması için genetik faktörlerin belirlenmesi, infertil çiftin uygun yönetimi için iyi bir uygulama haline gelmiştir. Biz, yapılan bu çalışmada infertilite nedeniyle başvuran ve Non-obstrüktif azoospermi tanısıyla testiküler sperm ekstraksiyonu (TESE) operasyonu yapılan hastaların genetik analiz sonuçları değerlendirildi. Bu çalışmada, erkek infertilitesinde spermatogenezi zayıflatan ya da engelleyen genetik defektlerin ortaya çıkması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda 26-44 yaş arası non-obstrüktif azospermik infertil hastalarda; periferik kanda kromozom analizi, moleküler karyotipleme, erkek infertilite paneli, testosteron, prolaktin, folliküler stimülan hormon ve lüteinizan hormon düzeylerinin karşılaştırılması ve bu parametrelerle genetik mutasyonların ilişkisinin incelenmesini amaçladık. Bulgular: Çalışmamızda 26 hastanın 1 tanesinde American College of Medical Genetics and Genomics (ACMG) 'in yayınladığı kriterlere göre patojenik olduğu kabul edilen INSL3 gen mutasyonu, ayrıca klinik önemi belirsiz varyant olarak 17 hastada FSHR gen polimorfizmi, 5 hastada CFTR mutasyonu, 1 hastada CATSPER1 ve TEX101, 1 hastada LHCGR, 1 hastada ZMYND15, 2 hastada DNAH5, 1 hastada DNAH11 değişikliği tespit edilmiştir. Yapılan kromozom analizinde 6 hastada 47XXY kleinefelter sendromu izlendi. Sonuçlar: Çıkan sonuçlar göstermiştir ki infertilite şikayeti ile başvuran non-obstrüktif azoospermik hastaların periferik kandan çalışılan kromozom analizi normal olsa dahi infertiliteye neden olan başka genetik değişiklikler olabilir. Altta yatan bu genetik bozuklukların araştırılması infertilitenin nedenini bulmamızda yardımcı olabilir.
  • Öğe
    Son 5 yılda parsiyel nefrektomi ameliyatı yapılan hastaların nötrofil/lenfosit oranı insidansı ve bunların padua renal nefrometri skoru ile ilişkisi
    (İnönü Üniversitesi, 2018) Topçu, İbrahim; Oğuz, Fatih
    Amaç: Bu çalışmada kliniğimizde renal kitle nedeni ile nefron koruyucu cerrahi olan parsiyel nefrektomi yapılan hastalar geriye dönük tarandı. Hastalar arasında preoperatif nötrofil/lenfosit oranının nefrometri skorlarından en sık kullanılanı olan PADUA skorlama sistemi ile ilişkisine bakılması amaçlanmıştır. Kriter olarak tümörlerin evresi, boyutu, histolojik derecesi, PADUA skoru, preoperatif ve postoperatif hemoglobin, trombosit ve nötrofil/lenfosit oranları, kanama miktarları alındı. Materyal ve Metod: Çalışmaya 51 hasta ve 52 renal kitle dahil edildi. Bu kitlelerin 5 tanesi laparoskopik, 47 tanesi de açık teknik ile eksize edildi. Hastalara preoperatif ve postoperatif nötrofil/lenfosit oranları, PADUA skorları, kanama miktarları, patolojik tipleri, histolojik dereceleri açısından anlamlılık testi yapıldı. Bulgular: Parsiyel nefrektomi yaptığımız hastaların yapılan istatistiksel karşılaştırılmasında histolojik derece, patolojik tip, PADUA skoru, preoperatif ve postoperatif nötrofil/lenfosit oranları açısından anlamlı farklılık tespit edilmedi. Sadece yaş ile tümör boyutunun arttığı ve preoperatif nötrofil/lenfosit oranı ile kanama miktarının anlamlı olarak korele oldukları tespit edildi. Sonuç: Parsiyel nefrektomi ameliyatı özellikle T1 erken evre tümörlerde güvenle uygulanabilen bir tekniktir. Ancak erken evre tümörlerde preoperatif nötrofil/lenfosit oranı prognostik bir faktör olarak kullanılamayacağını düşünmekteyiz. Anahtar Kelimeler: Parsiyel nefrektomi, Renal kitle, PADUA nefrometri skoru, nötrofil/lenfosit oranı
  • Öğe
    Canlı vericili karaciğer nakli öncesi radyolojik değerlendirme:median arkuat ligaman basısının transplantasyonsonrası komplikasyonlara etkisi
    (İnönü Üniversitesi, 2023) Alakbarlı, Sakhavat; Kahraman, Ayşegül
    Amaç: Çalışmada median arkuat ligaman (MAL) basısı bulunan canlı donörlerin alıcılarında bu sendromun ameliyat sonrası komplikasyonlara etkisinin araştırılması ve doğru donör seçimine katkı sağlanılması amaçlanmaktadır. Materyal ve Metot: 1 Ocak 2020 ile 30 Haziran 2022 arasında dinamik abdomen bilgisayarlı tomografileri (BT) çekilen 2745 donör adayı retrospektif olarak tarandı. Belirtilen tarih aralığındaki tüm hastaların BT'leri tüm planlardan (axial, sagittal ve koronal) değerlendirilerek median arkuat ligaman basısı olup olmadıkları teyit edildi. Hem MAL basısı bulunan ve ameliyat olunan donör adaylarının, hem de MAL basısı bulunmayan ve ameliyat olunan kontrol grubu donör adaylarının alıcılarında gelişen komplikasyon oranları tespit edildi ve karşılaştırıldı. Bulgular: Çalışmamıza dahil edilen 2745 donör adayından, 156'sında (%5,7) MAL basısı bulgularına rastlanırken 2589'unda (%94,3) MAL basısı bulgularına rastlanmamıştır. 2745 donör adayından 575 donör operasyona alınmıştır. 575 donörün %7 (39)'sinde (hasta grubu) MALS tanısına rastlanırken, %93(536)'ünde (kontrol grubu) rastlanmamıştır. Opere olan 575 donörün MALS tanılı olanlarının %28 (11)'si kadın, %72 (28)'i erkek iken MALS tanısı konulmayan donörlerin %38 (204)'i kadın, %62 (332)'inin erkek olduğu görülmüştür. Çalışmada operasyon sonrası alıcılarda gelişen komplikasyon oranları incelenmiş, hasta ve kontrol grubu arasında genel olarak anlamlı farklılığın olmadığı anlaşılmıştır. Fakat komplikasyonlar ayrı ayrı ele alındığında MAL basısı bulunan donörlerin alıcılarında gelişen bilier komplikasyonların MAL basısı bulunmayan donörlerin alıcılarında gelişen bilier komplikasyonlardan daha fazla olduğu ortaya koyulmuştur. Sonuç: Bu çalışma, Median Arkuat Ligaman basısı bulunan donörlerin alıcılarında nakil sonrası bu sendromun gelişen komplikasyonlar üzerindeki etkisini değerlendirmiştir. Bulgularımız, MAL basısı olan donörlerin alıcılarında artmış bilier komplikasyon oranını göstermekte olup donör seçiminde bu durumun göz önünde bulundurulması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Anahtar kelimeler: Median Arkuat Ligaman Sendromu (MALS), donör, CVKN, komplikasyon.
  • Öğe
    MS hastalarında beyin derin gri cevher yapılarındaki mikroyapısal değişiklikler ile klinik dizabilite ilişkisinin difüzyon tensör MR görüntüleme yöntemi ile değerlendirilmesi
    (İnönü Üniversitesi, 2020) Arslan, Ahmet; Erbay, Üyesı? Mehmet Fatı?h
    MS Hastalarında Beyin Derin Gri Cevher Yapılarındaki Mikroyapısal Değişiklikler ile Klinik Dizabilite İlişkisinin Difüzyon Tensör MR Görüntüleme Yöntemi ile Değerlendirilmesi Amaç: MS hastalarında derin gri cevher yapılarındaki mikroyapısal değişikliklerin DTG ile tespiti ve engellilik düzeyi ile ilişkisini değerlendirmek Gereç ve Yöntem: 2018 ila 2020 yılları arasında MS tanısı ile MRG incelemesi ve engellilik düzeyi tespiti için EDSS skoru hesaplaması yapılan 65 hastanın görüntüleri retrospektif olarak incelendi. Her iki hemisferde talamus, putamen, globus pallidus ve kaudat nükleus ile korpus kallozum splenium ve genu kısımlarından OD, FA, RD ve AD değerleri elde edilerek istatistiksel olarak incelendi. EDSS skorları ile bu verilerin ilişkisi incelendi. Ayrıca hastalar EDSS skoru 6'dan küçük olanlar (grup 1) ile 6 ve üzeri olanlar (grup 2) olmak üzere iki gruba ayrılarak gruplar arasındaki fark incelendi. Bulgular: EDSS skorları ile globus pallidus OD ve AD değerleri arasında düşük dereceli pozitif korelasyon bulundu. Diğer parametreler ile EDSS skorları arasında korelasyon tespit edilmedi. Gruplar arasında DTG parametreleri açısından farklılık bulunmadı. Sonuç: Bu çalışmada EDSS skorları ile globus pallidus OD ve AD değerleri arasında düşük dereceli korelasyon bulunmuş olmakla birlikte yüksek ve düşük engellilik düzeyleri arasında fark bulunmamıştır. Literatürdeki diğer çalışmalarda ise DTG verileri ile engellilik düzeyi ilişkisi açısından farklı sonuçlar mevcuttur. DTG her ne kadar beyindeki mikroyapısal değişiklikleri ve hasarı göstermekte etkili bir yöntem olmasına rağmen bizim sonuçlarımız ve literatürdeki diğer sonuçlar MS hastalarında engellilik düzeyini tespit etmekte ve derecelendirmede yöntemin henüz yeterli olmadığını düşündürmektedir.
  • Öğe
    Primer açık açılı glokom hastalarında ve kontrol grubunda faz kontrast manyetik rezonans görüntüleme tekniği ile beyin omurilik sıvısı akım parametrelerinin değerlendirilmesi
    (İnönü Üniversitesi, 2018) Cengı?z, Aslınur; Erbay, Üyesı? Mehmet Fatı?h
    Amaç:PAAG hastalarında ve sağlıklı bireylerde faz-kontrast MRG tekniği ile BOS akım parametrelerini değerlendirmeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem:Bu prospektif çalışma Malatya İnönü Üniversitesi Bilimsel Araştırma ve Yayın Etiği Kurulu'nun 2018/05 karar no'lu izni ile gerçekleştirilmiştir. 2018Ocak-2018 Ağustos ayları arasında göz hastalıkları glokom polikliniğine başvuran16 primer açık açılı glokom tanılı hasta ve rutin göz muayanesi normal 16 gönüllü sağlıklı bireyçalışmaya dahil edildi. Faz kontrast manyetik rezonansgörüntüleme (FK-MRG) tekniği ile aquaduktus Sylvii düzeyinde aksiyel planda görüntüler elde edildi ve BOS akımınının kantitatif analizi yapıldı.Primer açık açılı glokom hastalarında ve sağlıklı bireylerde BOS akım parametreleri (aquaduktus alanı, pik hız, ileri akım volümü, geri akım volümü, net akım volümü, aquaduktal strok volüm, dakikalık debi) hesaplandı ve tüm parametreler iki grup arasında karşılaştırıldı. Bulgular:Nicel verilerin normal dağılıma uygunluğunda Kolmogorov-Smirnov testi kullanılmıştır. Normal dağılıma uyan nicel verilerin analizinde bağımsız gruplarda T testi, normal dağılıma uymayanlarda ise Man Whitney U testi kullanılmıştır. FK-MRG incelemelerinde glokomlu olgularda (grup 1) pik hız 7,436±2,644 cm/sn, ortalama hız 0,155±0,136 cm/sn, ortalama aquaduktus alanı 0,042±0,110 cm² , ileri akım volümü 38,69±17,165 µl, geri akım volümü 37,5±14,274 µl, net akım volümü 5,06±4,43 µl, aquaduktal strok volüm 38,094±15,421 µl, ortalama dakikalık debi 5,489±2,201 µl/dk bulunmuştur. Sağlıklı bireylerde (grup 2) pik hız 9,028±3,794 cm/sn, ortalama hız 0,242±0,328 cm/sn, ortalama aquaduktus alanı 0,030±0,005 cm², ileri akım volümü 31,63±15,641µl, geri akım volümü 35,13±17,134 µl, net akım volümü 5,37±7,18 µl, aquaduktal strok volüm 33,313±15,816 µl, ortalama dakikalık debi 4,877±2,323 µl/dk bulunmuştur. Grup 1 ve Grup 2 FK-MRG parametreleri karşılaştırıldığında pik hız, ortalama hız, ileri akım volümü, geri akım volümü, net akım volümü, akuaduktal strok volüm ve ortalama dakikalık debide istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı. Ortalama akuaduktus alanının iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark gösterdiği saptanmış olup Grup 1'de daha büyük bulundu (p=0,001). Sonuç:Primer açık açılı glokomlu hastalar ve sağlıklı bireylerden oluşan iki grup arasında FK-MRG ile BOS akım parametrelerini karşılaştırmayı amaçladık. Akuaduktus alanını glokomlu olgularda daha geniş bulduk. Değerlendirdiğimiz diğer parametrelerde iki grup arasında anlamlı farklılık saptamadık. Anahtar kelimeler:Faz Kontrast Manyetik Rezonans Görüntüleme; Primer açık Açılı Glokom;BOS Basıncı
  • Öğe
    Sirkadiyen ritim bozukluklarında serum-HDL-eritrosit membranı arasında fosfolipid trafiği
    (İnönü Üniversitesi, 2021) Budak, Fatma Ölmez; Güldür, Tayfun
    Amaç: Sirkadiyen ritim bozukluğuna yol açan dört durumda, metformin kullanan hastalar, psöriazisli hastalar, T2DM tanısı yeni konmuş hastalar ve gece vardiyasında çalışanlarda serum-HDL-eritrosit membranı arasındaki fosfolipid trafiğinin ortaya koyulması amacıyla bu trafikte rol alan proteinlerin düzeylerinin (Fosfolipid transfer proteini, lesitin kolesterol açil transferaz, endotelyal lipaz ve salgısal fosfolipaz A2) ve bu proteinlerle bağlantılı üç katmandaki (serum-HDL-eritrosit membranı) fosfolipid kompozisyonunun ortaya koyulması ve tüm bu verilerin sağlıklı bireylerin verileriyle karşılaştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Sirkadiyen ritim bozukluğuyla bağlantılı olduğu bilinen psöriazisli hastalar, yeni T2DM tanısı konmuş hastalar ve metformin kullanan hastalardan ve gece vardiyası çalışanlarından alınan kan numuneleri kullanıldı. Bu bireylerin serum PLTP, LCAT, EL, sPLA2 ve melatonin düzeyi analizleri ELİSA yöntemiyle gerçekleştirildi. Kortizol analizi, kemilüminesans yöntemle yapıldı. Serum-HDL-eritrosit membranında fosfolipid analizleri HPLC ve HPTLC yöntemiyle yapıldı. Bulgular: HPLC analizlerine göre eritrosit membranında tüm grupların PC alt fraksiyonu (PC4) değerleri kontrole göre yüksek saptandı. Serum LCAT, EL ve PLTP düzeyleri dört grupta da kontrole göre düşük saptandı. Diyabet, metformin ve vardiya gruplarında hiperlipidemi, psöriazis grubunda ise hipolipidemi gözlendi. Sonuçlar: Sirkadiyen ritim bozuklukları eritrosit membran PC kompozisyonunda değişimlere yol açtı. Bu değişimlerin mekanizmasının oksidatif stres sonucu hasarlanan fosfolipidlerin fosfolipazlar tarafından başlatılan tamir işlemleriyle yağ asitlerinin yenileriyle değiştirilmesi olabileceği kanaatindeyiz. Eritrosit membran lipidlerinin analizi, sirkadiyen ritim bozukluklarının teşhisinde önemli bir biyobelirteç olabilir ve LC-MS/MS veya GC-MS/MS gibi tekniklerle membran fosfolipidlerinin yağ asidi kompozisyonunun analizi daha faydalı olabilir.
  • Öğe
    Karaciğere metastatik meme karsinomlarında EGFR gen mutasyonu ve her2 ekspresyonunun prognostik önemi
    (İnönü Üniversitesi, 2019) Yılmaz, Tuğba; Akatlı, Üyesı? Ayşe Nur
    Karaciğere Metastatik Meme Karsinomlarında EGFR Gen Mutasyonu ve Her2 Ekspresyonunun Prognostik Önemi Amaç: Bu çalışmanın amacı meme kanserlerinin karaciğer metastazlarında EGFR gen mutasyonu, HER2 ekspresyonu ile tümörlerin hormon reseptör durumu ve klinikopatolojik parametreler arasında ilişki olup olmadığını saptamaktır. Gereç yöntem: Çalışmamıza patoloji laboratuarımızda 2011-2018 yılları arasında, morfolojik ve immünohistokimyasal bulgularla, meme karsinomu karaciğer metastazı tanısı almış 41 vaka dahil edilmiştir. Bu vakalarda PCR ile EGFR gen mutasyon analizi yapılmıştır. Bulgular: PCR ile EGFR gen mutasyonu analizi yapılmış olguların hiçbirinde mutasyon tespit edilmemiştir. Primer meme tümörü HER2 durumu ve ER durumuna ulaşılabilen 23 vaka mevcut olup 9 vakada (%39,1) CerbB2 dönüşümü izlenmiştir ancak istatiksel olarak anlamlı bulunmamıştır (p=0,197). HER2 skorlamasında, primer meme tümörü negatif iken karaciğer metastazında pozitif olan 2 vaka (%8,7), şüpheli pozitif olan 3 vaka (%13) bulunmaktadır. Primer meme tümörü HER2 ile şüpheli pozitif iken karaciğer metastazında pozitif olan 1 vaka (%4,3), negatif olan 2 vaka (%8,7) tespit edilmiştir. Primer meme tümörü pozitif iken karaciğer metastazında negatif olan vaka mevcut değildir. 4 vakada (%17,4) ER dönüşümü mevcuttur ancak istatiksel olarak anlamlı bulunmamıştır (p=1,000). Primer tümörde ER negatif iken karaciğer metastazında pozitif olan 2 vaka (%8,7), primer tümörde ER ekspresyonu izlenen ve karaciğer metastazında negatif olan 2 vaka (%8,7) bulunmaktadır. Primer meme tümörü ve metastatik tümördeki PR durumu 22 vakada karşılaştırılabilmiştir ve ekspresyonlar arasındaki farklılık istatiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p=0,002). 10 vakada (%45,5) PR dönüşümü mevcuttur. Primer tümörde PR durumu pozitif iken karaciğer metastazında negatif olan 10 (%45,5) vaka bulunmaktadır, primer tümörde PR durumu negatifken karaciğer metastazında pozitife dönüşen vaka bulunmamaktadır. Sonuçlar: PCR ile EGFR gen mutasyonu analizi yapılmış olup olguların hiçbirinde mutasyon tespit edilmemiştir. İstatistiksel olarak klinkopatolojik parametreler ile EGFR mutasyonu arasında anlamlı sonuç elde edilememiştir. Primer meme karsinomu ile karaciğer metastazları ER, PR, Her2 ekspresyonu açısından karşılaştırıldığında bazı olgularda reseptör dönüşümü olduğu gösterilmiştir. Ancak istatiksel olarak sadece PR dönüşümü anlamlı bulunmuştur (p=0.002). Anahtar kelimeler: EGFR, ER, HER2, meme karsinomu, karaciğer metastazı, PR
  • Öğe
    Distal ekstremitelerde travmatik kemik iliği ödeminin dual enerji bt ile kalitatif ve kantitatif değerlendirilmesi
    (İnönü Üniversitesi, 2018) Kaya, Ahmet Turan; Özdemı?r, Zeynep
    Amaç: Distal ekstremite kemiklerinde travmatik kemik iliği ödeminin saptanmasında dual enerji bilgisayarlı tomografinin (DEBT) tanısal başarısını değerlendirmek. Gereç ve Yöntem: Bu prospektif çalışma Malatya İnönü Üniversitesi Bilimsel Araştırma ve Yayın Etiği Kurulu'nun 2017/74 karar no'lu izni ile gerçekleştirilmiştir. 2017 Mayıs-2018 Mart ayları arasında el ve ayak bileği travması nedeni ile başvuran 42 (20 el bileği, 22 ayak bileği) hasta çalışmaya dahil edildi. Tüm hastalara tıbbi endikasyon dahilinde DEBT ve manyetik rezonans görüntüleme (MRG) yapıldı. DEBT görüntüleri, MRG bulgularından habersiz ve birbirinden bağımsız iki radyolog tarafından kalitatif olarak renkli olarak kodlanmış kemik iliği haritasında değerlendirildi. MRG altın standart olarak kabul edildi. Son olarak birinci radyolog tarafından BT numaralarının belirlenmesi ile kantitatif değerlendirme yapıldı. Bu değerlerin kullanılması ile eşik (cut-off) değer hesaplandı. Bulgular: Kalitatif değerlendirmede duyarlılık %36,90, özgüllük %55, pozitif kestirim değeri %77,5, negatif kestirim değeri %17,18, doğruluk oranı %40,38, yanlış pozitiflik oranı %22,5, yanlış negatif oranı %82,81 olarak hesaplandı. Gözlemciler arası uyum k= 0,44 (orta) ile k= 0,74 (iyi) arasında değişmekte idi. Kantitatif değerlendirmede distal ekstremitelerdeki küçük kemiklerde ödemi ayırt edebilmek için duyarlılık; %94, özgüllük; %92 olmasını sağlayan cut-off değeri -61,4 HU olarak hesaplandı. Sonuç: Distal ekstremite yerleşimli küçük kemiklerde travma sonrası kemik iliği ödeminin gösterilmesinde kalitatif analizde DEBT'nin duyarlılık ve özgüllük oranları düşüktür. Ancak kantitatif değerlendirmede yapılan ROI öçümlerinden elde edilen eşik değeri anlamlı tanısal ilişkiler içinde olup kemik iliği ödeminin tespitinde kullanılabilir. Anahtar kelimeler: Dual Enerji Bilgisayarlı Tomografi, Kemik İliği Ödemi, Travma
  • Öğe
    Apelin, sakubitril/valsartan ve kombinasyonunun ratlarda doksorubisin ile indüklenen kalp yetmezliğinde profilaktik etkilerinin karşılaştırılması
    (İnönü Üniversitesi, 2022) Günata, Mehmet; Acet, Hacı Ahmet
    Amaç: KY miyokarddaki yapısal/fonksiyonel bozuklukların neden olduğu, ventriküler dolumun veya ejeksiyon fraksiyonun bozulmasına neden olan klinik bir sendromdur. Araştırmamızda, KVH'de olumlu etkileri bilinen apelin, SV ve kombinasyonunun KY'deki profilaktik etkilerinin karşılaştırılması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Çalışmada 4 aylık (250-300 g) toplam 50 adet Sprague Dawley ırkı erkek ratlar basit randomize tek kör olarak Kontrol (n=8), Dox (n=12), Apelin+Dox (n=10), SV+Dox (n=10) ve Apelin+SV+Dox (n=10) gruplarına ayrıldı. İki haftalık bir süre içinde 6X2,5 mg/kg (15 mg/kg) olacak şekilde ip yolla Dox verilerek KY modeli indüklendi. Aynı süre içinde Apelin grubuna ip yoldan 20 nmol/kg/gün apelin, SV+Dox grubuna perioral yoldan 68 mg/kg/gün SV ve Apelin+SV+Dox grubuna apelin, SV ve Dox uygulandı. Deney sonunda EKO ve invazif hemodinamik ölçümler yapıldı. Kalp, aort dokusu ve kan alınarak histopatoloji ve ELISA çalışıldı. Bulgular: Apelin+SV+Dox grubunda kalp ağırlığında iyileşme, SV+Dox ve Apelin+SV+Dox gruplarında mortalitede azalma, SV verilen her iki grupta da kontrol grubuna göre kalp hızında azalma tespit edildi. Dox, SV+Dox ve Apelin+SV+Dox grubunda sistolik kan basıncında azalma görüldü. Hem SV+Dox hem de Apelin+SV+Dox grubunda diyastolik ve ortalama kan basıncında azalma görüldü. Dox grubunda LVEF ve LVFS'de azalma, SV+Dox ve Apelin+SV+Dox grubunda ise artış tespit edildi. Dox grubunda dejenere kardiyomiyosit, vakuolizasyon, hemoraji, infiltrasyon, kollajen artışı, MMP-2 ve MMP-9 artış, tüm profilaktik gruplarda ise iyileşmeler görüldü. Biyokimyasal sonuçları açısından anlamlı bir değişiklik gözlenmedi. Sonuçlar: Dox ile indüklenen kalp yetmezliğinde SV daha fazla olmak üzere Apelin, SV ve kombinasyonun EKO ve histopatolojik olarak önemli iyileşmeler sağladığı bulundu. Sonuçlarımızı destekleyecek ileri çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Anahtar Kelimeler: Doksorubisin, apelin, sakubitril valsartan, kalp yetmezliği, ejeksiyon fraksiyonu, rat
  • Öğe
    36 aydan küçük pediatrik nakil hastalarında biliyer komplikasyonlar ve perkütan radyolojik girişimler
    (İnönü Üniversitesi, 2020) Buruk, Mehmet Seyfı?; Kutlu, Ramazan
    Amaç: Karaciğer Transplantasyonu kronik ve ciddi akut karaciğer yetmezliğinde önemli bir tedavi seçeneği olmakla birlikte birçok komplikasyonu da beraberinde getirebilmektedir. Transplantasyonun önemli komplikasyonlarından olan biliyer komplikasyonların tanı ve tedavisinde perkütan radyolojik girişimler önemli ve etkili bir tedavi seçeneğidir. Çalışmamızda karaciğer transplantasyonu yapılan 36 aydan küçük çocuk hastalarda gelişen biliyer komplikasyonları ve bu komplikasyonların yönetiminde perkütan radyolojik girişimlerin önemi ve etkinliğinin gösterilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: İnönü Üniversitesi Turgut Özal Tıp Merkezi Karaciğer Nakil Enstitüsü'nde Ocak 2007-Ekim 2019 tarihleri arasında yaşları 36 aydan küçük 186 hastaya 191 nakil işlemi gerçekleştirildi. Yapılan incelemede; 39 hasta çeşitli nedenlerle çalışma dışında bırakıldı. Toplamda 147 hastaya yapılan 152 pediatrik nakil işlemine ait demografik veriler, cerrahi prosedürler, yapılan biliyer girişimler retrospektif olarak incelendi. Bulgular: 36 aydan küçük 152 nakil olgusunun 38'inde (%25) biliyer komplikasyon gelişmiş, 25'inde darlık, 9'unda kaçak, 4'ünde hem darlık hem de kaçak tanımlanmıştır. Bu hastaların 34'üne (%89.5) perkütan biliyer girişim yapılmış, kaçak gelişen 4 hastaya (%10.5) cerrahi tedavi uygulanmıştır. Bunun dışında 5 hastaya karaciğer enzim ve bilirubin yüksekliği nedeniyle PTK yapılmış, biliyer patoloji tespit edilmemiştir. Yapılan istatistiksel analizde cerrahi anastomoz şekliyle (DD,HJ) biliyer komplikasyon arasında anlamlı ilişki tespit edilmiştir. (p=0.001) Perkütan biliyer girişim yapılan hastalar kateterli median 2.8 ay (0.03-18.7 ay), katetersiz median 11.1 ay (0-89 ay) takip edildi. Darlık nedeniyle balon dilatasyon işlemi yapılan 23 hastanın 5'inde (%21.7) ortalama 5.4 ay (3.5-7,5) ay sonra darlık nüks etti ve balon dilatasyon işlemi tekrarlandı. Darlığı nüks eden hastalar ortalama 8.5 ay (1-22 ay), nüks görülmeyen hastalar işlem sonrası 30 ay (0-107 ay) semptomsuz takip edilmiştir. Sonuç: Perkütan biliyer girişim, karaciğer naklinden sonra biliyer komplikasyon tedavisinde yüksek başarı oranlarına sahip minimal invaziv tekniklerdir. Perkütan biliyer girişimin etkinliği, pediatrik karaciğer nakli sonrası biliyer komplikasyon tedavisindeki cerrahi müdahaleye benzerdir.
  • Öğe
    Adneks kı·tlelerı·nde O-RADS sınıflamasına ADC vekontrastlı görüntülemenı·n katkısı
    (İnönü Üniversitesi, 2023) Şafak, Esat; Karaca, Leyla
    Giriş ve Amaç: Adneks kitleleri, jinekolojik hastalıkların yaygın bir bulgusu olup, tanısal doğruluk ve tedavi planlaması açısından önemlidir. Ancak, bu kitlelerin benign, intermediate ve malign türlerini ayırt etmek zorlu olabilir. Literatürde O-RADS sınıflamasının değerli olduğunu gösteren ve dinamik pelvik MRG ile yapılan bir çok çalışma mevcuttur. Dinamik olmayan konvansiyonel pelvik MRG'nin O-RADS sınıflamasına etkisi üzerinde herhangi bir çalışma bildirilmemiştir. Bu çalışmanın amacı adneks kitlelerinin değerlendirilmesinde Diffüzyon Ağırlıklı Görüntüleme (ADC) ve kontrastlı görüntülemenin Ovarian-Adnexal Reporting and Data System (O-RADS) sınıflamasına olan katkısını araştırmaktadır. Yöntem: Çalışmamıza Turgut Özal Tıp Merkezinde 2012-2023 yılları arasında preoperatif kontrastlı MRG ve patoloji sonucu bulunan 96 hasta dahil edildi. Veriler üzerinden retrospektif olarak analiz edilmiş olup, istatistik programı SPSS v26 ile analiz edildi. Ovaryan kitlesi bulunan olgularda, lezyonların iki radyolog tarafından 3 ayrı noktadan histogram çemberi ile ADC değerleri elde edildi. Dinamik çekimlerde süre-yoğunluk grafilerinden ve non-dinamik çekimlerde lezyon ile myometrium dış yarımından yapılan ölçümler ile risk skorları oluşturuldu. ADC ve dinamik eğri skorları ile O-RADS sınıflamasına katkısı veriler üzerinden çalışıldı. Bulgular: O-RADS skorlamasına göre malign lezyonların sırasıyla %73,9 ve % 72.7'si diğer lezyonlara göre daha fazla solid olma eğiliminde iken, benign ve intermediate lezyonlar daha fazla kistik olma özelliği göstermektedir (p=<0,006). O-RADS skoruyla ADC ölçümü, dinamik eğri ölçüm skoru ve non-dinamik ile oluşturulan risk skorları için okuyucular arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptanmıştır (p=<0,0001). ADC ölçümleri ile dinamik-non dinamik eğri risk skorları için okuyucular arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptanmamıştır (p>0,05). Dinamik eğri ölçüm skorları açısından değerlendirildiğinde iki okuyucu arasında önemli derecede (ileri düzey) istatistiksel olarak anlamlı tanı uyumu saptandı (?=0,797 p=<0,0001).O-RADS skorları açısından değerlendirildiğinde iki okuyucu arasında önemli derecede (iyi düzey) istatistiksel olarak anlamlı tanı uyumu saptandı (?=0,653 p=<0,0001). ADC ölçümleri vii açısından değerlendirildiğinde iki okuyucu arasında çok yüksek (çok iyi düzey) istatistiksel olarak anlamlı tanı uyumu saptanmıştır (?=0,653 p=<0,0001). Sonuç: Adneksiyal kitlelerin daha iyi radyolojik standardizasyonu ve karakterizasyonu için O-RADS MRG sınıflandırma sisteminde ADC değerlerinin ve kontrastlı MRG'nin önemli prognostik potansiyel gösterdiğine inanıyoruz. Bu nedenle O-RADS klasifikasyonu over tümörlü hastaların klinik yaklaşım ve yönetimini geliştirir. İyi huylu lezyonlarda gereksiz cerrahiden kaçınmak ve kötü huylu lezyonlarda farmakolojik ve cerrahi yönetimi iyileştirmek için O-RADS klasifikasyonu değerlidir. Sonuçlarımız, kontrastlı serilerin ister dinamik ister konvansiyonel kontrastlı pelvik MRG olsun O-RADS sınıflamasına değerli bilgiler sağladığı sonucunu gösterdi. Ayrıca ADC ölçümlerinin değerli bir araç olduğunu da gösterdik. Çalışmamız sonucunda; deneyimsiz okuyucularında O-RADS sınıflamasını kullanarak deneyimli kullanıcılar gibi rahat bir şekilde doğru sonuca ulaşabileceğini söyleyebiliriz. Bulgularımız, gelecekteki araştırmalar için potansiyel bir yol haritası sunmaktadır. Özellikle, daha geniş bir hasta grubu üzerinde yapılacak prospektif çalışmalar, ADC ve kontrastlı görüntülemenin klinik pratikteki etkinliğini daha da değerli kılabilir. Anahtar Kelimeler: O-RADS, ADC, Adneks Kitlesi, Kontrastlı MRG,
  • Öğe
    Klinik örneklerden izole edilen staphylococcus aureus izolatlarında SCCmec tiplendirilmesi ve integron varlığının araştırılması
    (İnönü Üniversitesi, 2018) Genç, Aykut; Otlu, Barış
    Amaç:Staphylococcusaureus, en önemli insan patojenlerinden biridir. Metisilin dirençli S. aureus suşları tüm beta-laktam antibiyotiklere dirençli olmakla birlikte diğer antibiyotik sınıflarına karşı da hızla direnç geliştirme potansiyeline sahiptir. Dolayısı ile bu dirence neden olan mec genlerinin tiplendirilmesi ve antibiyotik direnç genlerinin aktarıldığı integronların saptanması tedavide yol gösterici olacaktır. Bu çalışmada, hastaların klinik örneklerinden izole edilen S. aureus suşlarında mecA vemecC genleri araştırılarak SCCmec tiplerinin belirlenmesi ve sınıf 1-3 integron varlığının saptanması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya, Mart 2016-Mart 2017 tarihleri arasında Turgut Özal Tıp Merkezi, Merkez Mikrobiyoloji Laboratuvarı'na gelen klinik numunelerden izole edilen 138 S. aureussuşu dahil edildi. Tanımlanan izolatların metilisin direnci fenotipik olarak disk difüzyon yöntemi ile çalışıldı. Suşların taşıdığı mecA ve mecC genleri, SCCmec tipleri ve integronların tespiti için Polimerize Zincir Reaksiyonu (PZR) yöntemi kullanıldı. İzolatlar arasındaki klonlanal ilişki Pulsed Field Gel Electrophoresis (PFGE) ile araştırıldı. Bulgular: Toplam 138 S. aureus izolatının 38'i metisiline dirençli, 84'ü metisiline duyarlı bulundu. Fenotipik olarak metisilin-dirençli bulunan suşların tümünde PZR ile mecA geni saptanırken hiç birinde mecC geni tespit edilmedi. İzolatların SCCmec tiplendirmesinde MRSA olarak tespit edilen 38 izolatın 5'inde (%13) SCCmecI, 5'inde SCCmecII (%13), 10'unda (%26) SCCmec III olarak bulundu ve geriye kalan 18 (%47) izolatın SCCmec tipi belirlenemedi ve bunlar gruplandırılamayan olarak sınıflandırıldı. İzolatların PFGE tiplendirilmesi sonucunda 116 farklı genotip tespit edilerek kümeleşme oranı %13 olarak bulundu. Bu 116 S. aureus genotipinin 19'unda (%16) sadece Sınıf-I integron tespit edildi ve bunların 4'ü mecA geni taşımaktaydı. Sonuç: Bu çalışmanın sonuçlarına göre, hastanemizde saptanan ve çoğunluğunu farklı genotiplerin oluşturduğu S. aureus'ların yaklaşık ¼'ü metisilin dirençli olup bu dirençten de mecA geni sorumlu bulunmuştur. Bu çalışma, S.aureus'larda farklı integron türlerinin araştırılması yönünden ve ülkemizde izole edilen S. aureus suşlarında ilk kez sınıf 1 integron varlığı gösterilmiş olması nedenleriyle önemlidir. Moleküler çalışmalar, antimikrobiyal direncin yayılım dinamiklerinin anlaşılması bu dirençlerin önlenmesi açısından önemli veriler sağlayacaktır.
  • Öğe
    Travma sonrası kahırlanma bozukluğunun anksiyete hastalarında klinik gösterimi ve eştanılı hastalıklar
    (İnönü Üniversitesi, 2020) Kılıç, Bahar; Ünal, Süheyla
    Giriş: Kişinin kendine yapılan haksızlık olarak nitelendirdiği kontrol edemeyeceği ve hayatını artık eski haline geri döndüremeyeceği şeklinde algıladığı yaşam olayı sonrasında depresif duygudurumu, öfke, intikam duygularına neden olan altı ayın üzerinde işlevselliği bozan kahır duygusuyla karakterize tedavide direnç ve uzamaya neden olabilen tabloya travma sonrası kahırlanma bozukluğu denilmiştir. Bu tablo henüz tanı kılavuzlarında bulunmamaktadır. Ancak klinisyenler açısından önem arz etmektedir. Gereç ve Yöntem: Anksiyete polikliniğine gelen hastalar standardize kahırlanma bozukluğu maddeleri göz önünde bulundurularak değerlendirilmiştir. Sonrasında toplamda 344 kişiden oluşan örneklemde öz değerlendirme ölçekleri uygulanmıştır. Bulgular: Kahırlanma bozukluğu anksiyete polikliniğine gelen DSM-5 tanılı ve tanısız semptomatik kişilerde %47,3 ve %4,6 olmak üzere %51.9 oldukça yüksek oranda olduğu tespit edilmiştir. Bunun dışında sağlıklı gönüllülerde %0.8 oranında patolojik olmayan düzeyde kahır duygusu olduğu tespit edilmiştir. Kadınlarda ev hanımlığı erkeklerde özel şirkette çalışan olmakla kahırlanma bozukluğu arasında anlamlı ilişki bulunmuştur. Semptomlar ve kahırlanma bozukluğu şiddeti arasında pozitif korelasyon vardır. Tartışma: Çalışmada kahırlanma bozukluğunun anksiyete polikliniğine başvuran örneklemde oldukça yaygın olduğu tespit edilmiştir. Yüksek DSM-5 eş tanıları diğer ülkelerde yapılan çalışmalarla benzerdir. Türkiye'de kahırlanma bozukluğunu psikiyatri pratiğinde araştıran ilk araştırma olması açısından önem taşımaktadır. Literatürle sosyodemografik açıdan özellikler arasında kültür farkı nedeniyle oluşan farklar ve bazı benzerlikler mevcuttur. Stresör çeşiti ve sayısı arttıkça kahırlanma bozukluğu arttığı tespit edilmiştir. Yine kültürel farklılık nedeniyle cinsiyete göre stresörün tipinde farklılık ön plana çıkmıştır. Kadınlar için ev hanımlığı, erkekler için özel şirkette çalışmak kahırlanma bozukluğu gelişimi için risk olabilir. Hastalık süresi ile kahırlanma bozukluğunun pozitif korele olması kronisitenin işlevsellikteki önemini ifade etmektedir. DSM-5 tanısı olmayıp semptomatik olan kişilerde yüksek kahırlanma bozukluğu oranı saptanması klinikte tedavisi yetersiz kalan popülasyonu gösteriyor olabilir. Sonuç: Klinik pratiğimizde travma sonrası kahırlanma bozukluğu yaygındır. Psikopatolojinin tanı ve tedavisinde eştanılı durum ya da tek başına tanı olarak göz önünde bulundurulmalıdır. Kahırlanma bozukluğu için özel terapötik müdahaleler mevcuttur ve tedavi planlarına eklenmesinin tedavi başarısını arttırdığı düşünülmektedir. Anahtar Kelimeler: travma sonrası kahırlanma bozukluğu, anksiyete, psikiyatri polikliniği, eştanı
  • Öğe
    Canlı vericili karaciğer nakli sonrası donör biliyer komplikasyonlarında perkütan radyolojik tedavi
    (İnönü Üniversitesi, 2019) Karatoprak, Sı?nan; Kutlu, Ramazan
    Amaç: Canlı vericili karaciğer nakli (CVKN) sonrasında donörlerde görülen biliyer komplikasyonlarda perkütan radyolojik tedavi yöntemlerini ve başarılarını değerlendirmeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: Bu retrospektif çalışma Malatya İnönü Üniversitesi Bilimsel Araştırma ve Yayın Etiği Kurulu'nun 2019/5-23 karar no'lu izni ile gerçekleştirilmiştir. İnönü Üniversitesi Turgut Özal Tıp Merkezi Karaciğer Nakil Enstitüsü'nde Mayıs 2009-Aralık 2018 tarihleri arasında toplam 1839 CVKN gerçekleştirilmiş olup hepatektomi yapılan vericiler retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Vericilerde gelişen biliyer komplikasyonlar Modifiye Clavien-Dindo sınıflamasına göre sınıflandırılmıştır. Biliyer komplikasyonların tedavisinde hastalara USG eşliğinde perkütan drenaj, endoskopik biliyer drenaj (ERKP), perkütan biliyer drenaj (PTK/PTBD) ve cerrahi tedavi uygulanmış olup perkütan tedavi uygulanan hastalar değerlendirildi. Bulgular: 1839 vericinin 121'nde (%6.57) girişimsel tedavi gerektirecek (Clavien derece III ve IV) komplikasyon gelişmiştir. Bu hastalardan 51'ne USG eşliğinde perkütan drenaj yapılmış olup 30'unda ek tedavi uygulanmamış ve minör safra kaçağı olarak kabul edilmiştir. 17'si perkütan drenaj tedavisinin yeterli olmadığı hastalar olmak üzere toplam 83 hastaya ERKP yapılmış olup 53'nde endoskopik tedavi başarılı olmuştur. Toplamda 12'si verici, 2'si ise hepatektomisi tamamlanmamış verici adayı olan 14 hasta PTK/PTBD'ye yönlendirilmiş, bu hastaların 8'i tedavi edilmiştir. 2'sinde eşlik eden otonom safra yolu olup perkütan yerleştirilen kateterler kılavuzlığunda opere edilmiştir. 4 hastada oklüde segment geçilememiş olup perkütan yerleştirilen kateterler içerisinden intaoperatif olarak kılavuz tel gönderilerek ameliyata dahil olunmuştur. 2 hasta ise hepatiko-jejunostomi sonrası perkütan tedavi edilmiştir. Sonuç: PTK/PTBD'nin USG eşliğinde perkütan drenaj ve endoskopik tedaviyi tamamladığı, bazı hastalarda cerrahi gereksinimini ortadan kaldırdığı ve cerrahi yapılacak hastalarda da tedaviye kılavuzluk ettiği dikkat çekmektedir. Anahtar kelimeler: donör, biliyer komplikasyon, perkütan radyolojik tedavi
  • Öğe
    Pankreatitli olgularda kantitatif manyetik rezonans ölçümlerinin tanıya katkısının değerlendirmesi
    (İnönü Üniversitesi, 2023) Sevgı?, Serkan; Kahraman, Ayşegül
    Amaç: Çalışmada pankreatitli olgularda kontrast öncesi ve sonrası T1 haritalama, ADC, ekstrasellüler volüm (ECV) ölçümü, antropometrik ölçümler ve kan parametrelerindeki değişikliklerin kantitatif değerlerinin tanıya katkısının olup olmadığını araştırmak amaçlanmaktadır. Materyal ve Metot: Eylül 2022 ile Mart 2023 tarihleri arasında klinik ve laboratuvar olarak pankreatit tanısı alan 44 hasta ile 44 olgudan oluşan sağlıklı kontrol grubuna kliniğimizde bulunan 3T MRG cihazında (Magnetom Skyra, Siemens Healthcare, Almanya) dinamik manyetik rezonans görüntüleme (MRG) yapıldı. Her iki grupta çekim öncesi kan hematokrit, serum AST, ALT, GGT, amilaz, lipaz ve antropometrik ölçümler alındı. Alınan MR görüntüleme sonrası tüm olgularda pankreas baş, gövde ve kuyruk lokalizasyonlarından çap ölçümleri yapıldı. İntravenöz kontrast madde öncesi ve sonrasında T1 haritalama iledifüzyon ağırlıklı görüntüleme (DAG) yapıldı. T1 haritalama görüntüleri Look-Locker sekans tekniği kullanılarak elde edildi. Bu görüntülerde organ baş, gövde ve kuyruğundan 15 mm'lik ROI ile kantitatif ölçümler elde edildi. Saptanan değerlerin ortalamaları bulundu ve bu kantitatif değerlerle ECV ölçümleri gerçekleştirildi. Çekim öncesi elde edilen veriler ile çekim sonrası saptanan kantitatif MRG ölçümleri her iki grup arasında karşılaştırıldı. Bulgular: Pankreatit tanılı hastaların ve kontrol grubunun alındığı çalışmada 44 hasta ve 44 sağlıklı olgu olmak üzere 88 olgu değerlendirildi. 88 kişinin 34'ünü (38,6%) kadın, 54'ünü (61,4%) ise erkek olgular oluşturmaktaydı. Çalışmada her iki grup arasında incelenen yaş, boy, kilo, kan hematokrit değerleri, pankreas boyut ölçümleri, ADC ve ECV ölçümlerinde istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmamıştır (p>0.05). Amilaz, lipaz, AST, ALT, GGT, pre-kontrast T1 haritalama, pre-kontrast MOCO T1 haritalama, post-kontrast T1 haritalama ve post-kontrast MOCO T1 haritalama verilerinde ise her iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmıştır (p<0.05). Sonuç: MRG multiparametrik değerlendirmeye olanak tanıdığından dokular arasındaki farklılıkların değerlendirilmesinde kullanılan bir yöntemdir. Kontrast madde enjeksiyonu öncesi ve sonrası alınabilen T1 haritalama ile dokularda meydana gelen ekstrasellüler değişikliklerin erken dönemde saptanması tanıyaek katkı sağlayacaktır. Anahtar Kelimeler: Pankreatit, multiparametrik MRG, T1 Haritalama, ECV